10 Ekim 2009 Cumartesi

Müziği hissetmek (Yapamadığım)

[Feeling the music(that I can't)]

Üstün bir müzisyeni sıradan bir müzisyenden ayırt eden ne olabilir? Müziği aktarma aracı olan sesleri kullanabilme yetisi, bir insanın kaliteli müzik yapabilmesi için gereken bir özelliktir şüphesiz. İnsan kendi sesi dahil tüm enstrümanları teknik olarak kullanabilme becerisine göre değerlendirilir bazen. 3 oktav ses aralığına sahip olağanüstü kişiler, saniyede 9 notayı tek tek ve temiz bir şekilde verebilen virtüözler, aynı anda 3 farklı enstrümandan mantıklı kompozisyonlar çıkarabilen üstün yetenekli insanlar, gerek orta yaşlılar, gerek 3-4 yaşındaki çocuk yetenekler....

Peki bu mudur ölçüt acaba? Sadece sanal ortamdan izlediklerimizi gözümüzün önüne getirip bir varsayım yaparak, yakın tarih boyunca yüzlerce Bach, Beethoven,Tanburi Cemil Bey, Aşık Veysel, Ahmet Kanneci, Erkan Oğur çıkması gerekirdi. Yüzlerce müzisyen arasından bu üstadları farklı kılan şüphesiz enstrümanlarını amuda kalkmış vaziyette çalabiliyor olmaları değildi veya benzer bir şekilde saniyede 10 nota basabilmeleri değildi.... Tüm gerçekleri kapsayan, yaşamın en ücra köşesini kucaklayan "İyi" yi bulmak ve bu iyiyi hissederek müzik yapmak sanırım üstadların ulaştıkları noktaydı. Ruhlarındaki olumsuzlukları sevgi ile arındırmak, ve arınmış bir ruh ile müzik yapmak, onu hissetmek. Nasıl hasta bir bedenle yapılan iş keyif vermez, verimli olmaz ise; hasta bir ruh, daha doğru bir ifadeyle arındırılmamış bir ruh ile müzik yapmak da onu hissedememeye neden olabilirdi.

Fazıl Say'ın kısa zaman önce yayımlanan "Yalnızlık Kederi" adlı kitabında kaleme aldığı, bir dostunun anısı oldukça etkileyici. Fazıl Say'ın orkestra şefi dostu, Dünyaca ünlü orkestra şeflerinden Carlos Kleiber ile bir hafta özel ders alma imkanı bulur. Kleiber her yıl, bir haftalığına yalnızca bir öğrenciyi kabul etmekte ve Viyana'daki evinde öğrenciye Master Class dersleri vermektedir. Bu şans Fazıl Say'ın dostuna gülmüştür. Çırak heyecanla ilk dersi bekler. Ustanın ilk işi çırağını evinin bahçesine çağırmak olur. İlk söylediği, "Şu tohumu buraya göm" demek olur Kleiber'in. Öğrencisi tohumu ustasının dediği yere gömer. "Şimdi üfle" der Kleiber. Öğrenci şaşırır önce: "Nasıl yani? Üfleyeyim mi?" der. Kleiber cevaplar:" Evet, evet; derin nefes alıp verişlerle üfle ve daha derinden üfle. Bütün vücudundan geçen oksijeni ver toprağa." Öğrenci 1 saat kadar üfler derin derin. Ardından Kleiber: "Şimdi sev onu" der. "Üstündeki toprağından sev". Öğrenci şaşırır, fakat 2 saat kadar üstündeki toprağından okşar tohumunu. İlk gün müzik adına tek kelime konuşulmadan geçer. Peki diğer günler? Hayat vs üzerine dertleşirler. Ve ilk günkü sevgi işlemi her sabah devam eder. Son güne gelinir... Bir filiz baş verir topraktan, incecik ve Kleiber'in gözleri parlar. "Aferin" der mutlulukla çırağına,"Çok iyi bir müzisyen olacaksın sen. Ders bitti, artık gidebilirsin." Unutulmaz 1 haftadan sonra öğrencinin yorumu ise şudur: "Hiç müzik çalışmamıştık birlikte. Ama o 1 haftanın sonunda çok iyi bir müzisyen olduğumu ve değiştiğimi fark ettim." Nefes almak... Sevmek..... Dokunmak.....

Yine Fazıl Say'ın konsere çıkınca dinleyenleri selamlarken fısıldadıkları kelimeler güzel bir örnek:
"Saygıyla eğil
Uzun uzun saygıyla
Sevgiyle
İçtenlikle
Bu güzel insanlara içsesini sunmaya geldin
Onlar da seni dinlemeye geldi
İçine çek onları
En derinden hissedecek kadar içine çek
İyi yi hisset..."

Üç notayı duygulu vurmak nasıl acaba? Nedir bunun farkı? İşte fark bu cümlede sanırım: "İyi'yi hisset!". Beden ile değil, ruh ile müzik yapmak; ama sevgi ile arındırılmış bir ruh ile... Belki para için değil de, doğa için sesleri organize etmek. Doğadan aldığın sesleri yine doğa için işlemek... Bir fidana içinden gelen en saf türküyü söyleyebilmek... Şu an ancak cızırtılı kayıtlardan dinleyebildiğimiz Aşık Veysel kayıtlarındaki o yalın içtenliği hissederek...