29 Ocak 2010 Cuma

Çok gezen mi çok okuyan mı bilir?

[Who knows more?: People read more or traveled more?]

Öğrencilere öğrenim yıllarının başlangıcında tartıştırılan klişe konulardan biri... "Çok gezen mi çok okuyan mı bilir?" sorusunu ilkokul sıralarından hatırlıyoruz. Klişeliğinden ötürü bir kenara bırakıp atalı çok oluyor belki. Artık siyaset var, kültür var, eğitim var, memleket meseleleri var tartıştığımız. Belki de hiçbiri yok sadece okullarda bize verilen sakızı çiğniyoruz. Bize sunulanı koyun gibi yiyoruz, televizyon karşısında geviş getiriyoruz...

Peki hiç bu klişe konu üzerine düşündünüz mü bir kez daha?

Kim daha çok bilir?

Bilgi böyle terazide ölçülebilecek bir kavram mıdır acaba?

Gördüğümüz üzere bu klişe soru üzerinde bile temelinde kurcalanabilecek problemler var.

Okuyanın öğrendikleri ile gezenin öğrendikleri karşılanabilir mi ki?

Okuyan kişi düşüncelerini oluşturma esnasında kitaplardan edindiği bambaşka verileri farklı bakış açıları içerisinde değerlendirme şansına sahiptir. Farklı düşünebilme, karşılaştığı durumlara eleştirel bakabilme açısından kültürel bir altyapı kazandırır kitaplar. Tabiki bu da okunan kitabın niteliğine ve okumanın kalitesine göre değişir bence. Okuyucu düşünerek okumalıdır, kaliteli okumalıdır. Okuduklarını değerlendirebilmek, okuduğundan çıkarımlar yapabilmek ve notlar alıp bazı noktalara birkaç kez dönebilmeyi kitaptan alınan kazanımları pekiştirmek açısından önemli buluyorum. Tabiki en az bunun kadar kitabın yazarını kişiliğiyle tanımanın, olaylara farklı açılardan daha nesnel ve daha eleştirel bakmak adına önemli bir kıstas olduğu kanısındayım. Bu da yine bir verinin kabul edilebilirliği ve gerçekliği açısından bize fikirler verecektir. Farklı fikirleri ve bakış açılarını kendi kişiliğimizin ve mantığımızın süzgecinden geçirmek, kitaplardan edindiklerimizi bilgiye çevirme açısından önemli bir adım olacaktır kanımca.

Gezmek ise bir şeyleri keşfetmekle ilişkilidir. Gezen kişi etrafına boş bakan biri değilse, gezdikçe düşünür. Düşündükçe fark ettikleri, tanıştığı yeni insanlar insan kişiliğine yepyeni ufuklar açar. Tarih içerisinde artarak gelişmiş olan bilgi birikimini, insanların, kendi keşfetmeleri ile yakalayamadığı noktalarda kitaplar devreye girer. Fakat hem okuyarak hem de gezerek de bilgiye ne düzeyde erişilebilir? Gezerek ve okuyarak öğrenmeye çalıştıklarımız bilgi midir?

Eleştirel düşünme yetisi ışığında sorgulayıcı yaklaşımı içermeyen bilgiye ulaşma çabalarını sığ suda çırpınışlara benzetiyorum. Sığ sudaki bu çırpınışlar, derine açılamayacak kadar ürkek, özgürlüğe kavuşamayacak kadar acınası geliyor bana. Farklı görüşlerin doğruluğu ihtimalini düşünemeden okunan her kitap, tartılışılan her konu önyargı kıskacına takılıyor zaten daha sürecin başında.

En kötüsü de ne biliyor musunuz? Bildiğini sanmak, okudukça ve gezdikçe daha çok bildiğini hissetmek. Öğrendikçe kendini birşey sanmak. Bence öğrenmelerin en verimlisi kişileri mütevaziliğe götürendir. İnsan öğrendikçe aslında hiçbir şey bilmediğinin farkına varmalı. Bunun farkına varmıyorsa, bu gidişinin kişiyi ister istemez "ben biliyorum" "ben yaptım" havasına götüreceği açıktır. İnsan deryanın içinde hiçbir şey olduğunu hissedebilmeli... Böylece irili ufaklı, iddialı iddiasız her düşüncenin değeri gözünde büyüyecektir. Tabi bunun için o sığ sulardaki taşlara bakmaktan sıyrılıp, enginlere açılmak gerekir. Tabiki enginlere giden yol sığ sulardan geçer. Fakat denize paralel yürüdükçe, at gözlüğünü atamadıkça attığımız adımlar bütünü görememizi sağlayacaktır. Enginlere doğru yürümekte kitaplar, üstadlar ancak bize sığ suları belirli bir seviyeye kadar geçebileceğimiz iskeleler sunarlar tabiki o da dikine yürüyebilene yarar. Tabi yürümenin yolu da en büyük erdemin mütevazilik olduğunu hissetmek ile mümkündür.

Tek sorun bilmişlik değil tabiki, sorunun temeli yine eleştirel düşünme yetisi. Bize ilkokulda tartışma yaptıran hocalarımız tartışmalardan sonra iki kelime söyleyemeyecek kapasitedeler miydi? Her bir tarafın doğru ve yanlışlarını eleştirerek bunların doğru yanlarından bir sentez yapamadılar mı? En azından kendi mantıklarından geçirmediler mi? Gezmenin ve okumanın getirdikleri farklılıkları, insanın kişiliğine etkilerini anlatamayacak kapasitedeler miydi? İki grubun da doğruları olabileceğini, konuya aslında eleştirel bakılması gerektiğini anlattılar mı? Veya yaklaşımlarıyla bunu hissettirdiler mi?

Belki de metot yanlıştı. Belki de öğretmenlerimiz buna inanmamıştı. Muhakkak bir tarafın kazanacağını ve kazanan tarafa doğru, kaybeden tarafa yanlış fikir diyebilmeyi onlar da özümsemişti. Bir konuyu keskin çizgilerle ikiye ayırıp, sadece kendi savunacağımız konu üzerinde çalışmamızı isterlerdi. Bu durum ise çoğu zaman laf dalaşına dönüşürdü. Çünkü karşı düşüncenin doğru olabileceğini kabul ettiğiniz an puan kaybederdiniz. Belki de bu anlayış yüzünden sorgulamaz olduk, kendimizi eleştiremez olduk. Hep yarıştık karşıdakiyle. Hep hararetli tartıştık, düşündüğümüzü değil, inandığımızı savunduk; fakat oturup kendimizi tartamadık. Farklı fikirlerin doğrularını alıp mantıklı sentezler yapamayan, bu sebeple bilgiye ulaşamayan bireyler olduk. Hep biliyoruz sandık. "Öğrenmeye çalıştıkça aslında hiçbir şey bilmediğinin farkına varmıyorsan, hiç bir şey öğrenememişsin demektir." cümlesini oturup düşünmedik. Hoşgörüsüz olduk, burnu büyük olduk. Ne yazık ki hiç öğrenemedik. Bu sebeple de kırmızı koltuklarımızda hala mantıklı bir şekilde tartışamayacak kadar bağnaz düşünceliler egemen...