16 Temmuz 2009 Perşembe

Rüya gördüm dün gece: Dünya'nın Sonu..

[My dream from last night: End of the world]

Ciddiyim..
Dün gece gördüğüm rüya çok ilginçti, ama üzerinde düşünülesi ve gerçeklikte payı olan bir rüyaydı. Rüyamda Dünya sonuna yaklaşıyordu. Tüm yiyecek kaynaklarının tükendiği inanılmaz bir kaos hakimdi ve insanlar buldukları herşeyi yemeye başlamışlardı. Hatta insanlar birbirini yemek için birbirine saldırıyordu. Böyle anlatınca komik gelebilen bir durum olsa da içindeyken hiç güldürmüyordu. Hele ki arkandan insanlar seni kovalarken can havliyle koşuyorsan... Bu gerilim filmi tadındaki rüyada günümüz dünyasının durumundan da nasibini almıştı elbet. İnsanlar arasında keskin sınıf farklılıkları vardı. Para sahibi insanlar, burjuva sınıfı olarak elde kalan son kaynakları kullanma hakkına sahip iken, daha parasız kesim tüm nimetlerden mahrum bırakılıyordu. Bir yandan son kalan kaynakları yiyen zengin kesim, bir yanda yolda gördüğü fareyi yakalayıp, çiğ de olsa yemeye çalışan acınası insanlar. Aslında hepsi acınası haldeydi insanların. Herkes can telaşındaydı. Artık parası olanlar bile tüm servetini yaşamsal ihtiyaçlara döküyordu. Ama artık yaşamsal ihtiyaçlar yanında paranın değeri kalmıyordu onlarda bile. Ben rüyada hangi kesimdeydim peki? Bir ara kendimi fare yuvalarını kurcalarken buluyorum, bir ara da saray gibi yüksek bir yerde doktor muayenesinde reçetemi alırken. Sınıflar arası geçip duruyorum anlayacağınız. Hatta gittiğim özel hastanede basit bir grip vakasından ötürü doktor bana 9 tane ilaç yazıyor. Neden diye sorduğumda; "Boşver sen, stok amaçlı yazıyorum al bulunsun" cevabını alıyorum. Aşağıda ise büyük kaos, insanlar son yiyecekleri tüketiyor....

Peki böyle bir duruma gelir miyiz? İnsanlar ölmemek için birbirini yiyecek duruma gelir mi? Aslında insani değerlerin, yerini daha kişisel çıkarlar ve bencillik merkezli ilişkilere bıraktığı bir sistemin içerisindeyiz. İnsanlar paranın kölesi. Bu sebeple artık kendisini ekonomik açıdan 3 kuruş kar getirmeyen hiçbir yatırıma adım atmıyor insanlar. Hiçbir çıkarı olmayan yerlere gözü kapalı yardım edecek kişi ve kuruluş sayısı çok az. En azından böyle bir uygulamanın devletlerin genel politikası haline gelemeyeceği açık. Yani hiçbir ülke; hayır arkadaş, benim için paradan daha önemli değerler var diyemez! Sistem bunu gerektirmez. Nitekim son yıllarda yapılan anlamsız özelleştirmeler, sıcak para tuzağına aldırış etmeden ekonomide günü kurtarma yoluna gidişin göstergesi. Veya çevreyi kirletme uğruna da olsa nükleer santraller ve termik santraller yapma hayalleri.. Tarihi ve kültürel değerlerini önemsemeden suya gömmeye çalıştığımız Hasankeyf'e ne demeli? Dış yatırımcıların desteğini çekmesine aldırmadan, ne olursa olsun bu barajı yapacağım diyor enerji bakanımız. Hiçbir şeyin değeri kalmadı anlayacağınız. Eldeki verilere göre, bu enerji politikasını sürdürmeye devam ederse, ülkemiz 2020'de Dünya'nın en çok kirleten ülkesi olacakmış. Neden yatırım yok? Hadi bizim ülkemizi geçelim, Dünya'nın sonunun senaryoları küresel ısınma ile beraber bu kadar gündeme gelmiş, yaşayabilmek için ciddi politik değişimlere ve enerji stratejilerine gidilmesi kaçınılmaz olmuşken; ülkeler zararların önüne geçmek için toplu anlaşmalar yapma niyetinde değil. İşin ucunda 3 kuruş zarar var çünkü. Sanırım bazı tehlikelerin farkına varmamız(!) için illa ki son aşamaya gelmemiz gerekiyor.. İnsanların temel ihtiyaçlarını gideremeyecek düzeyde çaresiz hale gelmesi veya tüm değerleri ile işgale uğraması.. İşte o zaman paranın değerli olmadığı anlaşılacak, ama iş işten geçmiş olacak...

Peki paranın bu kadar engelleyici düzeyde önemli olmadığı bir sistem mümkün mü? Günümüz dünyasında uygunabilir mi? Sosyalizm, komünizm, alternatif sistemler gibi gözüküyor. Komünizm daha ütopik bir sistem olsa da, sosyalizmin paranın değerini aza indirecek bir alternatif olarak belirebiliyor. Fakat yüksek gelişmişlik seviyesine ulaşmadan, halkın arasındaki ekonomik sınıf farklılıklarını uçurumlardan biraz daha makul seviyelere çekmeden, halk tarafından kabullenip uygulanabilecek bir metod olacağa benzemiyor. Yüksek gelişmişlik seviyesine ulaşmadan bu sistemleri kullanmak mümkün olmadığı gibi, kapitalizmin her yeri global pazar haline getirdiği yerküremizde tek başına atılacak adım, faydadan çok zarar getireceğe benziyor. En azından Rusya için öyle olmuştu. Belirli bir yapılanmayı ve gelişmişliği tamamlamadan getirilen sistem, eksiklerini de kendi baskıcı tavırı ile kapatmaya çalışmıştı. Tabiki diğer ülkelerin de (bkz: büyük güç ABD:) insanları kışkıtmaya yönelik propogandaları ile dağıldı sosyalist birlik. Sistem komple değişmeden tek başına sıyrılmak mümkün olmadığına göre ve paranın sahibi büyük güçlerin kendi güçlerinden taviz vermeyeceğine göre, buzullar eriyip de beyaz sarayı sel basmadan aktif değişiklikler için düğmeye basmak güç gibi gözüküyor.

Peki bu kadar mı umutsuz? Haksızlıkları, yaşam kaliteleri arasındaki uçurumları kaldırmak için hiç mi umut yok? Umutsuz bir dünyada yaşamak işkenceden beter olsa gerek. Elbette olmalı..Genç nesil bile umutsuz bakıyorsa, geleceği karanlık görüyorsa, zaten amaçsız yaşamamak için hiçbir neden yok. Hepimiz ot gibi yaşayalım gitsin! Hem başımız ağrımaz. Nitekim böyleleri de var ülkemizde ve maalesef sayıları çok fazla. Hatta abartmak gerekirse, insanlar artık okumuyor, sorgulamıyor, düşünmüyor, üretmiyor. Londra'da 15 yaşındaki Mathew Robson'un yazdığı bir rapor, medya dünyasının liderlerini çok etkilemiş. Robson'un raporuna göre; net üzerinden müzik dinlemek, bilgisayar oyunu oynamak ve oyun konsolundan sohbet etmek gençlerin vazgeçilmezleri iken, hiçbirinin gazeteleri, sayfalarca metinleri okuyacak sabırları yokmuş. Geleceğin okumuşları olacak insanların hiçbir sosyal konudan anlamayacak bireyler olduğunu hayal etmek ne kadar acı. Dış ülkeler de bunu biliyor olacak ki, senelerdir ülkemizi esiri altına alabilmek için ihtiyaçları olan altyapıyı senelerdir hazırlıyorlar. Ödleri kopuyor gençler okuyacak, sorgulayacak ve böylece halk uyanacak diye. Medya gücünü, para gücünü kullanıp, yer yer insanların dini ve manevi değerlerini de kullanarak onları uyuşturmaya çalışıyorlar. Düşüncenin olduğu her yere savaşı, kavgayı, darbeyi sokmanın amacı bu değil miydi? İnsanları düşünmekten ve tartışmaktan korkutmak! Nitekim üniversiteyi kazanınca yakın çevremizden az duymadık şu sözcükleri; aman oğlum olaylara karışma, derslerinle ilgilen. Şu an yaratılan korku ortamından ve beyinlerin uyuşmuşluğundan dolayı topluma vizyonu ve fikirleri ile yol gösterici olacak üniversite gençliğinin bile birçoğu okumuyor, sorgulamıyor, üretmiyor. Yer yer kendim de sorgularım, bilgisayar başında amaçsızca oturduğum saatleri. Boşa geçirdiğim vakitleri, yaptığım hareketleri sorgularım. Bazen acırım halime. Yapacak birşey yok, okuyup, düşünüp, tartışmaktan başka. Geleceğe akılın bize tuttuğu ışık ile ilerlememiz gerek. En azından var olan durumdan kurtulup, mantıklı hareket edebilmemiz için tek umudumuz bu! Haydi sıyrılalım korkulardan, kişisel çıkarlardan, kurtulalım medya ve teknolojinin uyuşturucu etkisinden. Düşünüp, üretelim hep beraber.!

Kendi kayıtlarımı paylaşacağım sayfa açtım

[I have joint "myspace site" which i can share my recordings]

Bu yazı pek içerikli bir yazı olmayacak, sadece bilgi verme amaçlı olacak. Kendim evde yaptığım kayıtları paylaşacağım bir myspace sayfası açtım. Merak eden ilgilenenler varsa

http://www.myspace.com/sbilyaz

adresinden ulaşabilirler.

Müzik profilimdeki yazı:
"Müzik, hayatımda önemli bir yer tutan bir hissediş biçimi. Müzik icrası da bu hissedişlerin yansıması. Her ne kadar bireysel hissiyatlar doğalında otantik yöntemler ile kendini anlık olarak ifade etse de,düzenleme ve çokseslilik konularındaki ilgim beni kayıt yapmaya itti. Evde olan malzemeler(bazen kardeşimin elektro gitarı bazen msn mikrofonu bazen ekolayzır) ile yapmaya çalıştığım kayıtlar profesyonellikten uzak hatalar içerebildiği için kulağınızı kirlettiğim her tını için affınıza sığınıyorum. Müzik benim için ekstra bir ilgi, bir hobi olarak gelişti ve bendeki saflığını koruyabilmesi için aynı amatörlükte hobi olarak kalmasını istiyorum. Kısacası bu sayfa sadece kendimce keyif aldığım üretimlerimi müzikseverler ile paylaşma arzumun ürünü. Bundan sonra bu bloga ise eklediğim kayıtlar hakkında bilgi yazacağım. Amatörlüğüm ve hatalarım için af diliyor, tüm müzikseverleri saygı ile selamlıyorum... "

11 Temmuz 2009 Cumartesi

Ah İstanbul'da cazlamak vardı!

[It would be cool if I had been in İstanbul during Jazz festival]

İki yazıdır İstanbul İstanbul. Nedir bu İstanbul sevdası diyebilirsiniz. Güzel şehir aslında İstanbul. Kültürü, tarihi, boğazı ile dolu dolu capcanlı bir şehir. Ama ne İstanbul'da yaşıyorum ne de sık sık gidiyorum. Esasında çok da aramıyorum. Arada bir kaçamak yaparsak günübirlik veya 2-3 günlük tadına doyulmaz oluyor şehir. Ama dört mevsim o kalabalık içinde yaşamak, trafiğin bir parçası olmak nasıldır bilemiyorum.

Yine de büyük nimetleri var İstanbul'un, ah orada olacaktım ki kaçırmayacaktım caz festivalini. 16.Uluslararası İstanbul Caz Festivalinde kimler yok ki? Daha dün gece "Ustalarla Buluşma" konserinde Erkan Oğur vardı Alım Quasimov ve Derya Türkan ile. Kendisi zaten perdesiz gitarın mucidi olan Erkan Oğur'u; İlkin Deniz ve Turgut Alp Bekoğlu ile yaptıkları Telvin çalışmasından, caz ile ne kadar içli dışlı olduğunu biliyoruz. Gerçi Erkan Oğur deyince bazı insanların aklına türküleri yavaş yavaş söyleyen, kendi tarzında, biraz içine kapanık, elinde perdesiz gitarı ve üç telli bağlaması ile beyaz kıvırcık saçlı bir amca gelebiliyor. Hani şu dua okur gibi söyleyen, yanında bir de kalın sesli kocaman bir amca vardı o mu? Büyük üstat Erkan Oğur esasında perdesiz gitarı ile elde ettiği sonsuz ses aralığı ile cazın vermiş olduğu doğaçlama imkanını sonsuz hislerde bizlere sunuyor. 1994 te perdesiz gitarı ile yurtdışında çıkarmış olduğu "Fretless" adlı albümü ile Avrupa'ya farklı tınılar dinletmiş olan üstat, aynı albümün Türkiye versiyonu olan "Bir Ömürlük Misafir" albümü ile de birçok kişiye kılavuz olmuş, geleneksel tınılardan vazgeçemeyen gitar tutkunlarına müthiş bir vizyon kazandırmıştır. Tabi yaptığı albümler ile beraber bize türküleri ve kendi besteleri arasında yaptığı doğaçlamaları ile usuldan usula caz teknikleri de aşılayan üstat, telvin çalışmasında geleneksel tınılar ile yoğurulmuş eserler de içeren caz örnekleri ile yeniden bir vizyon olmuştur. Üstatı anlatmaya kelimeler yetmez. Belki de anlatmamalı; sadece dinleyip hissetmeye çalışmalı o sadelik içinde yüzen mükemmellikleri. Azeri asıllı olan Alim Quasimov'un ismini daha önceden duymamakla beraber öğrendiğim kadarıyla Azeri müziğine hakim bir ses sanatçısı. Derya Türkan'ı ise incesaz grubundan tanıyoruz. O muhteşem yumuşaklıktaki klasik kemençe tınısı ile. Dinlenesi konserdi...Güzel olabilirdi..

Peki ya geçen çarşamba olan efsane konsere ne demeli? Stanley Clarke, Marcus Miller ve Victor Wooten.. Bas gitarın devleri!!.. Herbiri birer virtüöz. Enstrümanlarına hakimiyetleri ile adeta şov yapan akrobatlar gibiler. Peki gelelim asıl kritik noktaya. Yaptıkları müzik, akrobatlıklarının yanında eriyor mu? Üstün ajiliteli kısımlar arkasına bağlanan çözülücü akorlar ve yavaş ritmik hareketler ile adeta içini kıpır kıpır ediyor insanın. Wooten'ın da söylediği gibi: "İyi bir basçı, dinleyenlerin kafasını sallandırabiliyorsa iyidir." Hakikaten öyle insan Wooten'ın attığı slapleri dinleyince kafa sallamaktan güvercine dönüyor. Üstelik "bana üç nota vursun, duygulu vursun" mantığından da öte yüksek teknik isteyen hareketlerin içerisinde o müzikal hissi kaybettirmeden çalabiliyorlar. Ben hep bas hissiyatını şuna benzetirim: Mesela hiperaktifsinizdir, ama duygularınızı dışa vuramıyorsunuzdur. Hislerini belli edemeyip tüm hiperaktifliğini iç dünyasında yaşayan bir çocuk! İşte bas hissiyatı bende budur. Bu sebeple, bas gitarın veya bas partilerinin parçalarda varlığı değil yokluğu anlaşılan enstrüman veya partiler olarak tanımlanmasını doğru bulmuyorum. En azından benim için öyle, zira bende bas hep en üstte yürür. Üstelik armonik eşlikleri bir kule olarak düşünürsek, en sağlam iskeleti oluşturan temel, en alttaki yapıdır; yani bas sesler. Bas gitar, elektronik ortam sayesinde, bizi, pes sesler elde etmemiz için devasa enstrümanlar taşımak zorunluluğundan kurtardığı için büyük nimet. SMV olarak kendisini tanıtan üçlünün adı, yaş sıralamasına göre ustaların isimlerinin baş harflerinden oluşuyor. Benim ustaları tanıma derecem de tam tersi. Youtube daki videolarından ve albümlerinden de deli gibi dinlediğim Wooten'ın aksine Miller in birkaç örneğini dinledim Clarke'ı da neredeyse hiç tanımıyordum. Ama beraber yaptıkları Thunder adlı albümü edinip bir an evvel dinleyeceğim.

Kamil Erdem.. Festivalde yine trio su ile yerini alan Kamil Erdem, perdesiz bası ile etnik caz anlamında 90ların sonunda, Asiaminor adlı üretken grubu ile tanıyoruz. Yepyeni, geleneksel tatta, deneysel üretimleri ile çok başarılı albümlere imza atmış Asiaminor, dinlediklerim monotonlaşmaya başladığında sık sık başvurduğum, insanı şoklayan, aynı zamanda yerinde zıplatan parçaları ile dinlerken çok eğlendiğim başarılı bir grup. Özellikle Kedi Rüyası ve Longa Nova albümleri sanırım bu alandaki çoğu insana bir vizyon kazandırabilecek niteliktedir. Geleneksel tınılar eşliğinde serbest ve deneysel üretimine devam eden Kamil Erdem'in eski Asiaminor tadında üretimlerini bekliyoruz.

Nurhat Şensesli ve Volkan Öktem bu festivalin eksikleri sanırım. Hissiyatlarına bayıldığım bu ikiliyi Laço Tayfa'dan tanıyoruz. Muhteşem bas eşlikleri ile çaldığı her esere tat katan Nurhat Şensesli, nerede ne vuracağını kestiremediğim düzeyde hareket dolu davulcu Volkan Öktem ile biraraya gelince, tadından yenmez bir ziyafet oluşturdukları kesin. Ah Laço Tayfa dağılmış olmasaydı da tekrar müzik yapsalardı. Ama maalesef insanların kişisel hırsları ve uyumsuzlukları nedeniyle her zaman müzik adına saf ve güzel şeyler uzun süre yapılamıyor. Bu festivalde Laço Tayfa'nın yanında, bir Quartet Muartet (Alp Ersönmez- bas,Sarp Maden-gitar,Volkan Öktem-davul,Genco Arı-Piyano) de beklerdim. Tabi divan sazı ve kadimi(hocamın perdesiz de içeren çift saplı sazı) ile hocam Cenk Güray da caz festivaline güzel açılımları ile renk katabilirdi. Önümüz festivallere bekliyoruz artık. Hem amatör hem profesyonel daha birçok sanatçıyı misafir etmiş olan İstanbul Uluslararası Caz Festivali kültür adına çok önemli bir değer. Peki ben ne yaptım? Katılamadım hiçbirine. İstanbul'da yaşasam tüm programı takip eder miydim bilmiyorum. Ekonomik açıdan mümkün olmadığı gibi (Erkan Oğur ve Wooten konserleri öğrenci 25 lira) insanın, evinde rahat rahat yatarken cazırdayan sıcağın altında üşenmeden cazlamak da insanın nefsiyle vereceği bir mücadeleyi içeriyor. Belki de ulaşılamayanın değeri bu kadar abartılıyor bende. Ama bu festivalin değersiz ya da kalitesiz olduğunu ifade etmez. En azından saydığım konserler tek başlarına festivale değer. Uzun lafın kısası, İstanbullular! Cazlayabiliyorsunuz, şanslısınız.....

8 Temmuz 2009 Çarşamba

İstanbul'a üçüncü köprü projesi üzerine zihnimin sıçradığı noktalar..

[By the project of 3th Bosphorus Bridge for İstanbul]

Gündemden de takip ettiğimiz üzere İstanbul'un yoğun trafiğini önlemek amacıyla yapılması düşünülen 3.köprü projesi günden güne netlik kazanıyor. Hatta ulaştırma bakanımız tüm yasal engelin kalkığını söyleyerek yakında ihaleye açılacağının sinyallerini veriyor. Bugün gazetelerin birinde dikkatimi çeken bir haber birden köprü olayını farklı noktalarla ilişkilendirmeme sebep oldu.

1995 yılında İstanbul Büyükşehir belediye başkanı olan başbakanımız, üçüncü köprü gündeme geldiğinde, böyle bir projenin İstanbul için facia olduğunu söylüyormuş. Şimdi ise aynı konuyu dile getirenlere kulkandığı sözcükler: "Yobazlar!, bağnazlar!" oluyor. Üstelik 1993 te 3.köprü projesi gündeme geldiğinde, imar durumunu inceleyen İstanbul boğazını korumakla yükümlü İstanbul 3 numaralı koruma kurulu, yapılacak muhtemel projenin doğal SİT alanı olan boğaz çevresi için zararlı olduğunu raporlamış. Karayollarının da incelemelerine göre yapılacak 3.köprünün İstanbul'a yarardan çok zarar getireceği belirtilmiş. Bundan 16 yıl önce ilgili bakanlıklar(Ulaştırma,orman,kültür,bayındırlık) ilgili kurumlar ve bilimsel bir heyetin katılacağı bir sempozyumla İstanbul'un ulaşım sorununun tartışılıp incelenmesi önerilmiş. Yasa gereği, uygunsuzluk sonucu böyle bir sempozyum çağrısı yapılmışsa, çağrıya uyulması gerekiyormuş. Peki ortada ne bir bilimsel heyet var, ne bir sempozyum. Başımızdakiler illa da tutturmuş köprü yapıcaz diyor geçmişinde dediklerine aldırmadan.

Yine gazetede Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği öğretim üyesi Prof.Dr.Semih Tezcan'ın 3.köprü hakkındaki analizlerini okudum. İstanbul'daki nüfus artışı ve taşıt artışına bakıldığında köprünün çözüm getirmediğini,aksine projenin kısır döngünün bir parçası olduğunu ifade ediyor Semih Tezcan. Haklı da. Yıldaki araba artışının yüzde 16 olduğunu ve böyle gittiğinde bile 2020 yılında İstanbul'un şu anki trafik durumunu karşılayabilmesi için boğaza 7 tane köprü yapılması gerektiğini söylüyor. Böylesine bir doğru orantı kurulumu ne kadar doğru sonuç verir tartışılır; nitekim İstanbul sadece nüfus ve bina yüzölçümü dışında ne kadar araca park imkanı sağlayabilir? İstanbul'un yüzölçümü maksimum kaç insan, kaç araba alır? Türev problemi gibi gelen bu problem, yine de köprü yapımının bir kısır döngü olmayacağını kanıtlamıyor. Üçüncüyü yaptın diyelim, 4 yıl sonra tekrar sıkışınca bu sefer nereye köprü kuracaksın? Neden illa ki karayolu? İnsanın aklına soru işaretleri geliyor. Yoksa hükümetten birinin akrabası ya da köylüsünün inşaat sektörüne atılması mı sözkonusu? O değilse, o zaman başımızdakiler hala "köprüden taşıt geçirme ve insan geçirme" arasındaki farkı anlayamamışlar. Tüm uzmanlar ulaşım sorununun denizin altından geçirilecek bir metro ile çözüleceğini konusunda hemfikir. Üstelik bu kadar ihtiyaç varken metro yapımı, doğru güzergah tercihleri ile kendisini ekonomik olarak kısa sürede amotri edebilecek bir proje. Bir nevi altın yumurtlayan tavuk! Yine Prof. Semih Tezcan, metro projesinin 450 milyon dolara malolacağı ve inşasının 2 yıl süreceğini, köprü projesinin ise 900 milyon dolara malolacağı ve inşasının 5 yıl süreceğini bildiriyor. O zaman neden hala çözümü olmayan yollara para akıtıyoruz? Masum yaklaşmak istiyorum. Herhalde manzara sevdamız, köprü manzarasına bayılıyoruz...

Aklıma tren denilince hep Bursa'da tren olmamasının mantıksızlığı gelir. Bursa'daki gelişmiş otomotiv sanayi her zaman raylı taşımacılığı zorunlu hale getirmiştir. Ama senelerdir tek trenle 100 tane araba taşımak varken bir kerede en fazla 7-8 tane alabilen tırlar ile damla damla taşınıyor arabalar. Üstelik bu tırlar boş dönüyor gittiği yerden. Dediğim gibi, ya havaya para atmayı seviyoruz, ya da akrabalarımızın lojistik şirketleri var! Olay sadece yapılmaması da değil üstelik, var olanın sökülmesi! 1874 te yapılan ve cumhuriyet dönemlerinde de kullanılan 42 km uzunluğunda bir Bursa-Mudanya tren hattı varmış eskiden. 1948'de çok partili döneme geçiş sonrasında eskidiği ve gereksiz olduğu düşünülerek sökülmüş. Şu an Mudanya'daki tarihi istasyonun yerinde 5 yıldızlı otel bulunuyor. Batı'da olsa eskiyen yenilenir, geliştirilir. Ama biz eskiyeni sökerek daha da eskiye gitmişiz. Neden? Tren komünist icadı olduğu için mi? Çok mantıksızmışız çok! Halbuki gelişmiş bir tren hattı ne faydalı olurdu şimdi Mudanya-Bursa arasında. Mudanya yolunda organize sanayide üretilen Renault otomobiller trenle mudanyaya, Mudanya'dan gemiler ile tek seferde yüzlerce araç Dünya'nın her yerine!

Buradan da zihnim ekonomi adına yapılan günü geçirme politikalarına atlıyor. Proje yatırımı yerine sıcak para oyunları yapmak, uzun soluklu projelere girememek. Yenilenebilir enerji kullanımının gerekliliği defalarca bilim kurulları ve uzmanlar tarafından belirtilirken hala termik santral yapmaya, Batı'lı ülkelerin atmaya çalıştığı eski nükleer santral sistemlerini kendi ülkemize kurmaya çalışıyoruz. Neden? Çünkü uzun soluklu projeler, yatırım isteyen projeler günü kurtaramaz. Meyvesini alamazsın, meyvesini alamazsan önümüz seçimde insanlara hizmet yaptığını ispatlayamazsın. "Hani durmak yok! Yola devam!" diyoruz ya, büyük düşünüp hizmet alıyoruz. Seçimlerde oy kullanan da biz değiliz ya, biz dediğimiz kullanılan beyinler... Ülken için faydalı bir yatırım peşindeysen bunu dış ülkelerin istemeyeceğine, dış ülkelerin istemediği bir kadro ise devlet başına gelemediğine göre, bizim için çözüm yolu karanlık gibi gözüküyor. Ülkemizin acı gerçekleri saymakla bitmez.. Geçenlerde Devrim Arabalarını tekrar izlediğimde birkez daha dikkatimi çeken şu söz aklıma geliyor: " Türkiye'de hiçbir başarı cezasız kalmaz". Halkımız da medyanın güttüğü yönde gittiğine göre; mantıklıca düşünenler, ülkesi için faydalı projeler üretmeye çalışanlar, ilgisizlik ve imkansızlık ile karşılaşarak cezalarını buluyorlar. İşte bu yüzden gelişmiş ülkeler enerji tasarruflu, yenilenebilir enerji kaynaklı araçları, hibrit teknolojisini üretip yaygınlaştırmaya çalışırken. Biz hala yerli otomobilimizi çıkaramıyoruz. Aslında yapıyoruz yapmasına ama, hep yabancı firmalar adına. Onların kurduğu sistemleri alıp anca işçiliğini yapıyoruz. Bu parçayı al buraya monte et diyorlar, biz de hay hay diyoruz. Kendisi de mühendis olan babama, şirketlerdeki Ar-Ge lerin genelde ne yaptığını soruyorum. Aldığım cevap şu: "Dış ülkedeki gelişmeleri takip edip, buraya uygulamaya çalışıyorlar" Peki bizim araştırmaya imkanımız yok mu? Neden kendimiz geliştiremiyoruz? Bu sefer daha vurucu bir cevap: "Neden yatırım yapsın ki Ar-Ge ye? Teknoloji gelişmiş ülkelerde hızla ilerliyor, onlardan almaman ve kendin uğraşman demek, kısa sürede kâr yapamayacağın alanda boşa para kaybetmen demek." Bundan sonra kafamda oturmaya başlıyor taşlar. Neden uzun vadeli yerli projelere destek vermek yerine kısa yoldan ithal etme yoluna gidiyoruz? Çünkü sistem kâr etme amacı üzerine kurulu. Önündeki alternatiflerden tamamen daha fazla kâr getirene göre seçimini yapıyorsun. Yani ne devletin önemli, ne ideolojin önemli ne de fikirlerin. En kısa yoldan para getiren yol en makbul yoldur. Neden ilerleyemediğimiz ve neden kısır döngü içerisinde kendi çarklarımıza gömüldüğümüzü anlamaya çalışıyorum. Eğitimin ilerlemeyişi, üniversitelerin bilim yapma amacından gitgide uzaklaşması. Hani Cem Yılmaz diyor ya: "Yapılmışı var.!" Hah işte tam ondan. Neden bilimle uğraşalım ki, uğraşılmışı var. Üniversitelerde, araştırma alanlarında yapılacak yatırım, sonucu belirli olmayan bir yatırım ne de olsa. Halbuki dış ülkelerin gelişmişliklerini ithal etmek daha kolay ve kesin. Ne dersek diyelim kendi seçimlerimiz yüzünden her geçen gün daha çok yabancı sermayenin ve paranın esiri oluyoruz. Yaşam değerlerimizi yitiriyoruz gün geçtikçe. Böyle giderse, beynimize çip takılmış yaratıklar gibi olmaktan korkuyorum. Arkamızda dünya devleri, ucuna para bağladığı sopayı kafamıza tutacak; biz de sopayı yönlendirdikleri tarafa gideceğiz. Neden koştuğumuzu düşünmeden, sorgulamadan.... Karanlık da olsa yürüyeceğiz...

6 Temmuz 2009 Pazartesi

Uçsuz bucaksız hayallerim

[My immense dreams]

Önüm uçsuz bucaksız...
Sadece metalik mavi parlaklığında bir deniz ve çok uzaklarda bir güneş..
Doğa yine tüm silik tonlarına rağmen tüm canlılığı ile karşımda.
Önümdeki ışığa önceden bakamazdım.
Şimdi çok uzakta ve hafif yukarıda
Ama çıplak gözle temas edebiliyorum.
Evet, evet! Sanki gördüm seni.
Işığın o parlak maviliği yarıp kalından inceye bir çizgi halinde parıldıyor bana.
Hep beni takip ediyor o pürüzlülüğe rağmen.
Sanki içime işleyecek.
Bana yaklaştıkça belirli belirsiz bir hal alıyor ama.
Emin değil sanki.
Ama ben emin oluyorum yavaş yavaş.
Gitgide yüzünü daha iyi seçebiliyorum o ışık kaynağının içinde.
Gitgide alçalıyor ve bana yaklaşıyorsun.
Emin oldukça içim sımsıcak oluyor.
Uçsuz bucaksız yüzey civa havuzu gibi tehlikeli.
Ama sen uzattığın o parlak halı ile sanki gel diyorsun.
Tehlikeye rağmen gelmek.
Yolunu görmek bile heveslendiriyor, uzattığın eli görmek..
Ama emin olamıyorum.
Bana yaklaştıkça belirsizleşiyor yol,
Sanki parıldamıyor.
Zaman geçtikçe simandan daha da emin oluyorum
Ve gitgide alçalıyorsun,
Bana yaklaşıyorsun…
Tamam! Anladım!
O silik pembeni de bulaştırdın yolun sonuna,
Artık sen olduğundan kesinlikle eminim.
İşte sen yüzün ve tüm pembeliğinle oradasın, uzakta..
Ben ise tüm maviliğimle seni kucaklamaya hazırım.
Ama ayrıyız aslında;
Kavuştuğumuz çizgiyi göremiyorum,
O çizgi çok uzak ve çok mat, seçemiyorum.
Tüm pembeliğinle sen, tüm maviliğimle ben…
Ve sen uzattığın halıyı artık kırmızı halı yaptın.
Ben hala o uzaklardaki belirli belirsiz çizgiden emin olmaya çalışıyorum
Ama zaman düşmanım…
Değerini bilmediğim günlerin intikamını alırcasına batırıverdi seni.
Rakı kıvamında gömülüverdin sonsuzluğa.
Tüm suyu bulandırarak.
Ardından pembeliğin gitti peşinden..
Kalan sadece bomboş, sönük mavilik ve grilikler.
Meğer sen de hayalmişsin.
Sarhoş olan benmişim,
Işığım sanmışım, dalıp dalıp gitmişim….



















3 Temmuz 2009 Cuma

Neden bu sayfa? Neden "gelişine akışına"?

[Why this page?, Why "gelişine akışına"?]

Gecenin bu vakti, oturuyorum bilgisayarın başında. Amacım ne? Neden bu sayfayı açtım? Belki anlık bir yazma ve yazdıklarını özgürce ifade etme fikrinin çekiciliğine aldandım. Güzel bir neden değil mi? Yeterli bir sebep değil mi? Esasında her insanın bir nevi yapması gereken değil midir? Düşünmek, fikir üretmek, olayları analiz etmek ve kafasında analiz ettiklerini aktarmak, paylaşmak. Böylece kendini geliştirmez mi insan? Düşünüp, üreterek.. Üretiklerini de paylaşarak ancak yeni ufukların mayasını katabilir fikirlerine. Böylece yeniden düşünme fırsatı doğar. Güzel şey düşünmek, kurgulamak, analiz etmek ve kendince mantıksal çözümlemelere ulaşmak. Bunları paylaşabilmek daha güzel olsa gerek. Sadece bunları da paylaşmak değil anlık hissedişlerin ifadelerini paylaşmak da önemli. Çünkü düşünmek güzel, hissetmek güzel. Sanırım bu amaçla açtım sayfayı ve ilk yazıyı da sayfanın amacını; düşünme, üretme ve paylaşma üzerine aklıma gelen ilk kelimeleri dökerek oluşturuyorum. Peki sayfanın ismi neden "Gelişine ve Akışına" diyebilirsiniz. Bunu ben de bilmiyorum. Belki o kalemin kağıt üzerindeki kayıp gidişinden esinlenmişimdir. Biraz daha biçimsel kaygılardan uzak, sözcüklerin özgürlüğünün egemen olduğu bir sayfa istemişimdir. Konu sınırlamaları da sıkmıştır beni. Belki de o yüzden dedim " Gelişine ve Akışına ". Yazacaklarım da sanırım bu yönde olacak; "aklıma ne gelirse, geldiği gibi, aktığı gibi...."

Sizleri düşünmenin, üretmenin, hissetmenin ve paylaşmanın verdiği mutlulukla selamlıyorum....