18 Nisan 2010 Pazar

Dönen, yanan...

Fidan mı olsam, yaş iken eğilsem...
Ağaç mı olsam, asice dirensem.
Toprak mı olsam cümlesini çağırsam.
Meyve mi olsam hizmeti tatlı,
Diken mi olsam batışı ani...
Yağmur mu olsam gidip gidip gelen,
Güneş mi olsam hepsini besleyen..
Ya da insan mı olsam hepsini anlamlandıran:
Tohumu içinde barındıran,
Fidana emek veren,
Ağaca değer veren,
Meyveden nasibini alan,
Dikenin batışından kanayan,
Yağmura muhtac olan,
Güneş'ten içi yanan..
Topraktan olan, toprağa kavuşan...
Hak'tan gelen, Hakk'a giden...
Döne döne yanan, yana yana dönen...

20 Şubat 2010 Cumartesi

Dut ile Bas

Bir dutum olsa benimle dertleşecek,
Gövdesi tenin kadar ak,
Perdeleri kaşların kadar siyah…
Parmaklarım öpse onları aralarından…
Sesi sesin kadar içten olsa…
Yine de gözlerin olmadan sen olabilir mi?
Bir basım olsa o da bana benzese,
Buğulu konuşsa.
Deli dolu coşsa, sonra dinginleşse…
Tüm yedilileriyle sana yürüse.
Neye yarar ki yedili dokunuşlar?
Dutuyla beraber olamadıktan sonra…

Uşşak ezgiyle...

Belki de keskin söylemeli bazen
Az, öz, etkili...
Kocaman hisler sadece bir dörtlüğe sığmalı,
Hatta sığamamalı...

"Her mevsim içimden gelip geçersin
Sen vefasız yolcu kalbim viran edersin
Merhaba demeden Elveda dersin
Sen vefasız yolcu kalbim viran edersin"

Hüseyin Çolak

14 Şubat 2010 Pazar

Kör Niko'nun Sakin Meyhanesi

Açtım Kör Niko'nun Meyhanesi'ni
Hicazlarla hüzzamlarla meşke geldik
Dolapta dibinde tortusu kalmış bir rakı şişesi...
İki portakal iki elma hazır oldular o anda
Biraz beyaz peynir, biraz da nemli kuruyemiş...
İki bardak koydum, çay bardağı ama...
Şişenin dibinden doldurdum birini, diğeri boş...
Boşuna bulandırmadım rakıyı
Az az alacaktım iyice çarpsın diye
Bardakları birbirine vurduk,
Ada sahillerinde göz göze geldik...
Aşkla selamladık birbirimizi,
Küçük ve narin bir baş eğmeydi bu...
Gözlerimizi birbirinden ayırmadan aldık ilk yudumumuzu...
Ha diyeceksin ki diğer bardak boştu nasıl içtim?
Haklısın güzelim biliyorum,
Ama ben de hayalinle içiyorum....

29 Ocak 2010 Cuma

Çok gezen mi çok okuyan mı bilir?

[Who knows more?: People read more or traveled more?]

Öğrencilere öğrenim yıllarının başlangıcında tartıştırılan klişe konulardan biri... "Çok gezen mi çok okuyan mı bilir?" sorusunu ilkokul sıralarından hatırlıyoruz. Klişeliğinden ötürü bir kenara bırakıp atalı çok oluyor belki. Artık siyaset var, kültür var, eğitim var, memleket meseleleri var tartıştığımız. Belki de hiçbiri yok sadece okullarda bize verilen sakızı çiğniyoruz. Bize sunulanı koyun gibi yiyoruz, televizyon karşısında geviş getiriyoruz...

Peki hiç bu klişe konu üzerine düşündünüz mü bir kez daha?

Kim daha çok bilir?

Bilgi böyle terazide ölçülebilecek bir kavram mıdır acaba?

Gördüğümüz üzere bu klişe soru üzerinde bile temelinde kurcalanabilecek problemler var.

Okuyanın öğrendikleri ile gezenin öğrendikleri karşılanabilir mi ki?

Okuyan kişi düşüncelerini oluşturma esnasında kitaplardan edindiği bambaşka verileri farklı bakış açıları içerisinde değerlendirme şansına sahiptir. Farklı düşünebilme, karşılaştığı durumlara eleştirel bakabilme açısından kültürel bir altyapı kazandırır kitaplar. Tabiki bu da okunan kitabın niteliğine ve okumanın kalitesine göre değişir bence. Okuyucu düşünerek okumalıdır, kaliteli okumalıdır. Okuduklarını değerlendirebilmek, okuduğundan çıkarımlar yapabilmek ve notlar alıp bazı noktalara birkaç kez dönebilmeyi kitaptan alınan kazanımları pekiştirmek açısından önemli buluyorum. Tabiki en az bunun kadar kitabın yazarını kişiliğiyle tanımanın, olaylara farklı açılardan daha nesnel ve daha eleştirel bakmak adına önemli bir kıstas olduğu kanısındayım. Bu da yine bir verinin kabul edilebilirliği ve gerçekliği açısından bize fikirler verecektir. Farklı fikirleri ve bakış açılarını kendi kişiliğimizin ve mantığımızın süzgecinden geçirmek, kitaplardan edindiklerimizi bilgiye çevirme açısından önemli bir adım olacaktır kanımca.

Gezmek ise bir şeyleri keşfetmekle ilişkilidir. Gezen kişi etrafına boş bakan biri değilse, gezdikçe düşünür. Düşündükçe fark ettikleri, tanıştığı yeni insanlar insan kişiliğine yepyeni ufuklar açar. Tarih içerisinde artarak gelişmiş olan bilgi birikimini, insanların, kendi keşfetmeleri ile yakalayamadığı noktalarda kitaplar devreye girer. Fakat hem okuyarak hem de gezerek de bilgiye ne düzeyde erişilebilir? Gezerek ve okuyarak öğrenmeye çalıştıklarımız bilgi midir?

Eleştirel düşünme yetisi ışığında sorgulayıcı yaklaşımı içermeyen bilgiye ulaşma çabalarını sığ suda çırpınışlara benzetiyorum. Sığ sudaki bu çırpınışlar, derine açılamayacak kadar ürkek, özgürlüğe kavuşamayacak kadar acınası geliyor bana. Farklı görüşlerin doğruluğu ihtimalini düşünemeden okunan her kitap, tartılışılan her konu önyargı kıskacına takılıyor zaten daha sürecin başında.

En kötüsü de ne biliyor musunuz? Bildiğini sanmak, okudukça ve gezdikçe daha çok bildiğini hissetmek. Öğrendikçe kendini birşey sanmak. Bence öğrenmelerin en verimlisi kişileri mütevaziliğe götürendir. İnsan öğrendikçe aslında hiçbir şey bilmediğinin farkına varmalı. Bunun farkına varmıyorsa, bu gidişinin kişiyi ister istemez "ben biliyorum" "ben yaptım" havasına götüreceği açıktır. İnsan deryanın içinde hiçbir şey olduğunu hissedebilmeli... Böylece irili ufaklı, iddialı iddiasız her düşüncenin değeri gözünde büyüyecektir. Tabi bunun için o sığ sulardaki taşlara bakmaktan sıyrılıp, enginlere açılmak gerekir. Tabiki enginlere giden yol sığ sulardan geçer. Fakat denize paralel yürüdükçe, at gözlüğünü atamadıkça attığımız adımlar bütünü görememizi sağlayacaktır. Enginlere doğru yürümekte kitaplar, üstadlar ancak bize sığ suları belirli bir seviyeye kadar geçebileceğimiz iskeleler sunarlar tabiki o da dikine yürüyebilene yarar. Tabi yürümenin yolu da en büyük erdemin mütevazilik olduğunu hissetmek ile mümkündür.

Tek sorun bilmişlik değil tabiki, sorunun temeli yine eleştirel düşünme yetisi. Bize ilkokulda tartışma yaptıran hocalarımız tartışmalardan sonra iki kelime söyleyemeyecek kapasitedeler miydi? Her bir tarafın doğru ve yanlışlarını eleştirerek bunların doğru yanlarından bir sentez yapamadılar mı? En azından kendi mantıklarından geçirmediler mi? Gezmenin ve okumanın getirdikleri farklılıkları, insanın kişiliğine etkilerini anlatamayacak kapasitedeler miydi? İki grubun da doğruları olabileceğini, konuya aslında eleştirel bakılması gerektiğini anlattılar mı? Veya yaklaşımlarıyla bunu hissettirdiler mi?

Belki de metot yanlıştı. Belki de öğretmenlerimiz buna inanmamıştı. Muhakkak bir tarafın kazanacağını ve kazanan tarafa doğru, kaybeden tarafa yanlış fikir diyebilmeyi onlar da özümsemişti. Bir konuyu keskin çizgilerle ikiye ayırıp, sadece kendi savunacağımız konu üzerinde çalışmamızı isterlerdi. Bu durum ise çoğu zaman laf dalaşına dönüşürdü. Çünkü karşı düşüncenin doğru olabileceğini kabul ettiğiniz an puan kaybederdiniz. Belki de bu anlayış yüzünden sorgulamaz olduk, kendimizi eleştiremez olduk. Hep yarıştık karşıdakiyle. Hep hararetli tartıştık, düşündüğümüzü değil, inandığımızı savunduk; fakat oturup kendimizi tartamadık. Farklı fikirlerin doğrularını alıp mantıklı sentezler yapamayan, bu sebeple bilgiye ulaşamayan bireyler olduk. Hep biliyoruz sandık. "Öğrenmeye çalıştıkça aslında hiçbir şey bilmediğinin farkına varmıyorsan, hiç bir şey öğrenememişsin demektir." cümlesini oturup düşünmedik. Hoşgörüsüz olduk, burnu büyük olduk. Ne yazık ki hiç öğrenemedik. Bu sebeple de kırmızı koltuklarımızda hala mantıklı bir şekilde tartışamayacak kadar bağnaz düşünceliler egemen...