25 Şubat 2012 Cumartesi

Aylak Adam

Evde yalnızdı.
Akşam yemeğini yedikten sonra dışarı çıkmak istedi. Hava alışılmışın dışında güzeldi. Ne de olsa kombine bileti vardı, yakın yerlere gidebilirdi trenle. Kaçarcasına attı kendini dışarı. Sıradan bir günün monotonluğunda her gün trenden geçerken gördüğü o vadiyi anlamlandırmak istedi. Bu sefer alışık olduğu o müziği takmadı kulağına. Aynı kılardı o müzik. O ise, o vadiyi bağlayan incecik bisiklet köprüsünü bulmak istiyordu.

Tahminen yakın bir istasyonda trenden inip yürümeye başladı. Yön bulma yetisi iyiydi. Hatta bazen buna fazla güvenirdi. Yine daha önce hiç geçmediği sokakları sanki daha önce defalarca geçmişçesine güçlü bir kararlılıkta yürümeye başladı. Ruhu çocuk gibiydi; dünyayı yeniden tanımaya çalışan bir çocuk... Yeni bir yer görünce hep böyle olurdu. Bazen istemsizce ağzı açılır ve çevresine bakınırdı. Öyle ki, yoldan geçen herhangi biri onun yabancı olduğunu anlardı.

Bitkilere özel bir merakı vardı. Hele ki yeşil bir tabiattan geçmeye dursun, gözlerini ağaçlardan ayıramazdı. Cinslerini tahmin etmeye çalışır, varsa meyvelerine ve tohumlarına bakardı. Sırf bu sebepten dolayı yoğurt kovalarında çimlendirip yer bulamadığı bir sürü ağacı ve çiçeği vardı.

Bugün de şanslıydı. Gözünün alışık olduğundan çok meyve ağaçları ve güller içinde ruhu adeta bir karış havadaydı. Frenk gülü olduğunu tahmin ettiği her gülü koklamaktan başı dönmüştü. Olgunlaştığını sandığı farklı cins meyveleri tatmaktan midesine buruk bir ağrı girmişti. Bir yanında dört raylı tren yolu, bir yanında yeşillikler içine gömülü müstakil evler arasında adımları gayet emindi.

Yanında dikilen o yüksek çan saatinin çınlamasıyla, vadiyi fark etmesi bir oldu. Elinde yine tam olmamış ekşimsi bir elma, kuşlara selam vere vere patikadan o yemyeşil bisiklet köprüsüne indi.

O kadar sakin ve el değmemiş bir yerdi ki; yalnız başına keşfetmiş olmaktan garip bir gurur duydu. Huzurlu bir şekilde vadiyi öpüştüren incecik bisiklet köprüsüne adımını attı. Adımları sağlamdı ama, her atışında güvenli bir biçimde titriyordu köprü. Ortaya kadar yürüdükten sonra durdu: Belki yüz yüz elli metre yüksekliğindeki geniş vadide bakabileceği en uzak noktaya dikti gözlerini. Vadi boyunca uzanan küçük evler, yemyeşil bitki örtüsü ve tam altından geçen tren yolunun pek önemi yoktu sanki. Sadece gözünün algılayabildiği en uzak çizgi.

İçinden kopan o ılık kürdi türküyü söyledi çizgiye tok sesiyle.

Türküsünü bitirince zayıflayan Güneş'in aydınlattığı yerlere dalıp derin bir nefes aldı.

Uzaktaydı, yalnızdı.

Uzakta kalan sevdiklerini düşündü: annesini, babasını, kardeşini, sevdiği ve pek de haz etmediği arkadaşlıklarını. Hayatına damga vuran hisleri aklından geçti: çocukluktan bu yana o çocuk hislerini. Düşünmekle kaldı.

Bir an geleceği hissetti içinde. Arada böyle olurdu. Bir an kendisini sanki 15-20 yıl sonrasında hayal eder, geleceği yaşıyormuş gibi garip bir hise bürünürdü. Belki de bu histen dolayı köprüden geri dönmedi ve ilerlemeye devam etti.

Bisiklet yolundan silinip giden bisikletlileri bir süre izledikten sonra merdivenleri çıkarken duraksadı. Yine dünyanın en sıradan ve keşfedilmemiş yerinde unutulmuş koca bir çalı böğürtlene hayatın anlamını yükledi. Buna rağmen ancak olmuşlarından toplayıp yiyerek yoluna devam etti. Biraz ilerleyince bir sonraki tren istasyonunu buldu.

İstasyonun on yirmi metre yukarısında yalnız bir bankla paylaştı yalnızlığını. Yine yüksekteydi ve manzarası genişti. Böyle manzaralarda yaşadığı gezegeni daha iyi hissederdi. Bu sefer uzaklarda yüksek binalar ve yollar gözüküyordu. Bir an onlardan yalıtılmış hissetti kendini. Medeniyeti ayakları altına alıp kilometre ötedeki trafik ışıklarına daldı. Yine bir zaman kayması hissetti içinde. Yine o kazınmış anlar yanı başına oturdu. Rüzgar somutlaştırdı onları ılık ılık.

Güneş'in battığını fark edince o rüzgar ürpertici bir serinlik verdi belinden içine. Beyni gitmek istedi, ruhu kalmak. Tren iki veya üç dakika içinde gelirdi. Şimdi kalksa hemen aşağıya gelecek trene yetişirdi.

Treni kaçırmak istedi. Tekrar yaşamak için.

Zaman akar, tren kaçardı. Bir zaman sonra başka tren gelirdi. Fakat ne zaman aynı zaman ne tren aynı tren ne de yolcular aynı yolcu olacaktı.

İstasyona yanaşan tren yerinden ayrılırken elli yaşlarında göbekli bir adam gözüne ilişti. Pantolonunu sabitleyen askısından bile huzur akıyordu. Elinde muhtemelen etraftan topladığı birkaç çiçekle kaygısızdı. Karısına götürüyor herhalde diye düşündü. Kim bilir, belki karısı da az önce köpeğini gezmeye çıkaranlardan biriydi. Onlarla huzur buldu.

Kızlı erkekli süslenip partiye giden bir ergen grupla heyecanlandı.

Yerinden kalkıp istasyona ilerledi. Yine en ıssız merdivenlerden inerken tepesinde yanan lambaya ağlarını örmüş kocaman bir örümcekle selamlaştı. İstasyona girdiğinde aklında hala o örümceğin ıssızlığı ve sıradanlığı vardı.

Tren geldiğinde saat dokuzu beş geçiyordu ve karanlığa beş vardı. Cam kenarında Dünya yavaştan akmaya başlarken o gezegenin başka bir yerinde olduğunu bir kez daha anladı. Ne garip bir havaydı bu böyle? Güneş batalı çok olmuştu ama hava kararmamıştı.

Trenin sesi sıradanlaşmaya başladı....

17 Şubat 2012 Cuma

Buraya yazmak ironisi

Yazmak ve yazmamak arasında kalmak gitgide. Yazacak şey bulamamaktan değil. Yeter ki o içimizdeki "ben"lik baskın çıksın. Yeter ki üzerini örtmeyi çok sevdiğimiz "ben"lik egomuz ve "ürettiğimi insanlar okusun" egomuz baskın çıksın. Yazacak şey bulunur.

Yazamadığının farkında olmaktan mı biraz, yoksa yazdıklarına bir amaç yükleyememekten mi. Güçler ve ego savaşımı mıdır yoksa tedirgin eden?

Yazarlar ne kadar bonkörmüş aslında. Hele şairler...

O içine ait ve kimsenin aynısını hissedemeyeceği mısraları saçmak etrafa... Nasıl bir cesarettir ve fedakarlıktır sadece sende saklı bir anlamın kokusunu yaymak fütursuzca. Güçler savaşı mıdır bu kadar fedakarlığı yaptıran; yoksa insanların kalbinde ortak bir oda açabilmek midir amaç? Bu saflık mıdır gerçeği kapatan, gerçek sanılan mıdır saflığı yok eden.

Ah şairler...
Bir yazdığı şiiri bir ömür savunurlar mı gururlanarak?
Öylesine yazdığı değil de,
Uğruna şiir olup aktıklarını da savunurlar mı bir ömür boyu, paylaşırlar mı yine fütursuzca?

Artık facebook var, twitter var, bloglar var; yani herkes şair.
Bazen baktıkça asıl kendinden utanır oluyor insan.
Gel gelelim dili varmıyor, eli varmıyor; mecbur.
Buraya bunları yazıyor olmak ironisi...