11 Temmuz 2009 Cumartesi

Ah İstanbul'da cazlamak vardı!

[It would be cool if I had been in İstanbul during Jazz festival]

İki yazıdır İstanbul İstanbul. Nedir bu İstanbul sevdası diyebilirsiniz. Güzel şehir aslında İstanbul. Kültürü, tarihi, boğazı ile dolu dolu capcanlı bir şehir. Ama ne İstanbul'da yaşıyorum ne de sık sık gidiyorum. Esasında çok da aramıyorum. Arada bir kaçamak yaparsak günübirlik veya 2-3 günlük tadına doyulmaz oluyor şehir. Ama dört mevsim o kalabalık içinde yaşamak, trafiğin bir parçası olmak nasıldır bilemiyorum.

Yine de büyük nimetleri var İstanbul'un, ah orada olacaktım ki kaçırmayacaktım caz festivalini. 16.Uluslararası İstanbul Caz Festivalinde kimler yok ki? Daha dün gece "Ustalarla Buluşma" konserinde Erkan Oğur vardı Alım Quasimov ve Derya Türkan ile. Kendisi zaten perdesiz gitarın mucidi olan Erkan Oğur'u; İlkin Deniz ve Turgut Alp Bekoğlu ile yaptıkları Telvin çalışmasından, caz ile ne kadar içli dışlı olduğunu biliyoruz. Gerçi Erkan Oğur deyince bazı insanların aklına türküleri yavaş yavaş söyleyen, kendi tarzında, biraz içine kapanık, elinde perdesiz gitarı ve üç telli bağlaması ile beyaz kıvırcık saçlı bir amca gelebiliyor. Hani şu dua okur gibi söyleyen, yanında bir de kalın sesli kocaman bir amca vardı o mu? Büyük üstat Erkan Oğur esasında perdesiz gitarı ile elde ettiği sonsuz ses aralığı ile cazın vermiş olduğu doğaçlama imkanını sonsuz hislerde bizlere sunuyor. 1994 te perdesiz gitarı ile yurtdışında çıkarmış olduğu "Fretless" adlı albümü ile Avrupa'ya farklı tınılar dinletmiş olan üstat, aynı albümün Türkiye versiyonu olan "Bir Ömürlük Misafir" albümü ile de birçok kişiye kılavuz olmuş, geleneksel tınılardan vazgeçemeyen gitar tutkunlarına müthiş bir vizyon kazandırmıştır. Tabi yaptığı albümler ile beraber bize türküleri ve kendi besteleri arasında yaptığı doğaçlamaları ile usuldan usula caz teknikleri de aşılayan üstat, telvin çalışmasında geleneksel tınılar ile yoğurulmuş eserler de içeren caz örnekleri ile yeniden bir vizyon olmuştur. Üstatı anlatmaya kelimeler yetmez. Belki de anlatmamalı; sadece dinleyip hissetmeye çalışmalı o sadelik içinde yüzen mükemmellikleri. Azeri asıllı olan Alim Quasimov'un ismini daha önceden duymamakla beraber öğrendiğim kadarıyla Azeri müziğine hakim bir ses sanatçısı. Derya Türkan'ı ise incesaz grubundan tanıyoruz. O muhteşem yumuşaklıktaki klasik kemençe tınısı ile. Dinlenesi konserdi...Güzel olabilirdi..

Peki ya geçen çarşamba olan efsane konsere ne demeli? Stanley Clarke, Marcus Miller ve Victor Wooten.. Bas gitarın devleri!!.. Herbiri birer virtüöz. Enstrümanlarına hakimiyetleri ile adeta şov yapan akrobatlar gibiler. Peki gelelim asıl kritik noktaya. Yaptıkları müzik, akrobatlıklarının yanında eriyor mu? Üstün ajiliteli kısımlar arkasına bağlanan çözülücü akorlar ve yavaş ritmik hareketler ile adeta içini kıpır kıpır ediyor insanın. Wooten'ın da söylediği gibi: "İyi bir basçı, dinleyenlerin kafasını sallandırabiliyorsa iyidir." Hakikaten öyle insan Wooten'ın attığı slapleri dinleyince kafa sallamaktan güvercine dönüyor. Üstelik "bana üç nota vursun, duygulu vursun" mantığından da öte yüksek teknik isteyen hareketlerin içerisinde o müzikal hissi kaybettirmeden çalabiliyorlar. Ben hep bas hissiyatını şuna benzetirim: Mesela hiperaktifsinizdir, ama duygularınızı dışa vuramıyorsunuzdur. Hislerini belli edemeyip tüm hiperaktifliğini iç dünyasında yaşayan bir çocuk! İşte bas hissiyatı bende budur. Bu sebeple, bas gitarın veya bas partilerinin parçalarda varlığı değil yokluğu anlaşılan enstrüman veya partiler olarak tanımlanmasını doğru bulmuyorum. En azından benim için öyle, zira bende bas hep en üstte yürür. Üstelik armonik eşlikleri bir kule olarak düşünürsek, en sağlam iskeleti oluşturan temel, en alttaki yapıdır; yani bas sesler. Bas gitar, elektronik ortam sayesinde, bizi, pes sesler elde etmemiz için devasa enstrümanlar taşımak zorunluluğundan kurtardığı için büyük nimet. SMV olarak kendisini tanıtan üçlünün adı, yaş sıralamasına göre ustaların isimlerinin baş harflerinden oluşuyor. Benim ustaları tanıma derecem de tam tersi. Youtube daki videolarından ve albümlerinden de deli gibi dinlediğim Wooten'ın aksine Miller in birkaç örneğini dinledim Clarke'ı da neredeyse hiç tanımıyordum. Ama beraber yaptıkları Thunder adlı albümü edinip bir an evvel dinleyeceğim.

Kamil Erdem.. Festivalde yine trio su ile yerini alan Kamil Erdem, perdesiz bası ile etnik caz anlamında 90ların sonunda, Asiaminor adlı üretken grubu ile tanıyoruz. Yepyeni, geleneksel tatta, deneysel üretimleri ile çok başarılı albümlere imza atmış Asiaminor, dinlediklerim monotonlaşmaya başladığında sık sık başvurduğum, insanı şoklayan, aynı zamanda yerinde zıplatan parçaları ile dinlerken çok eğlendiğim başarılı bir grup. Özellikle Kedi Rüyası ve Longa Nova albümleri sanırım bu alandaki çoğu insana bir vizyon kazandırabilecek niteliktedir. Geleneksel tınılar eşliğinde serbest ve deneysel üretimine devam eden Kamil Erdem'in eski Asiaminor tadında üretimlerini bekliyoruz.

Nurhat Şensesli ve Volkan Öktem bu festivalin eksikleri sanırım. Hissiyatlarına bayıldığım bu ikiliyi Laço Tayfa'dan tanıyoruz. Muhteşem bas eşlikleri ile çaldığı her esere tat katan Nurhat Şensesli, nerede ne vuracağını kestiremediğim düzeyde hareket dolu davulcu Volkan Öktem ile biraraya gelince, tadından yenmez bir ziyafet oluşturdukları kesin. Ah Laço Tayfa dağılmış olmasaydı da tekrar müzik yapsalardı. Ama maalesef insanların kişisel hırsları ve uyumsuzlukları nedeniyle her zaman müzik adına saf ve güzel şeyler uzun süre yapılamıyor. Bu festivalde Laço Tayfa'nın yanında, bir Quartet Muartet (Alp Ersönmez- bas,Sarp Maden-gitar,Volkan Öktem-davul,Genco Arı-Piyano) de beklerdim. Tabi divan sazı ve kadimi(hocamın perdesiz de içeren çift saplı sazı) ile hocam Cenk Güray da caz festivaline güzel açılımları ile renk katabilirdi. Önümüz festivallere bekliyoruz artık. Hem amatör hem profesyonel daha birçok sanatçıyı misafir etmiş olan İstanbul Uluslararası Caz Festivali kültür adına çok önemli bir değer. Peki ben ne yaptım? Katılamadım hiçbirine. İstanbul'da yaşasam tüm programı takip eder miydim bilmiyorum. Ekonomik açıdan mümkün olmadığı gibi (Erkan Oğur ve Wooten konserleri öğrenci 25 lira) insanın, evinde rahat rahat yatarken cazırdayan sıcağın altında üşenmeden cazlamak da insanın nefsiyle vereceği bir mücadeleyi içeriyor. Belki de ulaşılamayanın değeri bu kadar abartılıyor bende. Ama bu festivalin değersiz ya da kalitesiz olduğunu ifade etmez. En azından saydığım konserler tek başlarına festivale değer. Uzun lafın kısası, İstanbullular! Cazlayabiliyorsunuz, şanslısınız.....

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder