19 Şubat 2011 Cumartesi

İtalya-Malta Gezi Notları 3

Ülke: Malta (Süre: 2,5 gün)

Roma'dan bindiğimiz uçağımız Malta'ya iniyor ve bizim de 2 günlük Malta gezimiz başlıyor. Öncelikle yumuşak ama bir o kadar rüzgarlı olan hava farklı bir iklime geldiğimizi hissettiriyor bize.

Havaalanından Valletta'ya Malta'nın sembolü sayılabilecek eski tip sarı otobüslerle gidiyoruz. İtalya'da ulaşıma verdiğimiz paralardan sonra buradaki 0.47€ epey ucuz geliyor bize. Otobüsün direksiyonunun sağda olduğunu görür görmez trafiğin soldan işlediğini anlıyoruz. Bir yandan yol kenarlarındaki kaktüs ağaçlarına bakıp delik deşik yollardan sarsıla sarsıla ilerlerken bir gürültü ve darbeyle irkildik. Malta bizi küçük bir kaza ile Merhba dedi.

Yok yanlış yazmadım. Malta'nın kendisine ait bir dili var ve Arapça'dan epey etkilenmişe benziyor. Öyle ki bu dilde "Hoşgeldiniz" "Merhba" anlamına geliyor. Etraftaki Türk Kebapçılar da direk ilgimizi çekiyor bir an için yabancılık çekmiyoruz Malta'da. Öyle ki İtalya'nın eski Roma döneminden kalma evlerinden sonra Malta'daki tek tip krem rengi piriket evler bize İtalya'dan daha güneye indiğimizi hatırlatıyor.

Valletta'da otobüs duraklarının bulunduğu meydana varıyoruz ve hemen bir turist bilgilendirme noktası arıyoruz. Valletta'da sadece yayalara ayrılan kale içine giriyor hem gezimize başlamış hem de turist bilgilendirme noktasından haritamızı almış oluyoruz. Barınacağımız Hotel'i aramaya girişiyoruz ama, hem haritanın hem de tabelaların yetersizliğinden dolayı biraz yolumuzu kaybediyoruz. Fakat Malta'daki insanların hemen hemen hepsinin akıcı İngilizce konuşabilmelerinin getirdiği avantajla yolumuzu tekrar buluyoruz. Böylece aslında köy gibi gördüğümüz ülkenin o kadar da küçük olmadığını anlıyoruz.

Bir süre sonra diğer gezi arkadaşlarımızla iletişime geçtik ve arabayla bizi almalarını sağladık. Sonraları anladık ki Malta'nın her yerini 2 günde gezebilmenin belki de tek yolu araba kiralamak. Tabi bize ters gelen trafik, yolların kötülüğü, darlığı ve tabelaların yoksunluğundan dolayı çok sıkıntı çektik. Gündüz vakti farlarımızın açık olduğu için bizi uyaran fakat bize her daim yol verme eğilimindeki onlarca sürücü ile karşılaştık. Defalarca kez kaybolduk ama, araba kiralamadığımıza pişman olmadık. Araba kiraları ve konaklamanın İtalya'dan daha ucuz olduğu bir ülkedeydik çünkü.

İlk gün yolumuzu bulmak ve Valletta'yı gezmekle harcayıp İtalya'da kaldığımız yerlerden çok daha lüks ve ucuz olan otelimizde dinlenmeye çekiliyoruz.

İkinci gün Malta'nın yanında küçük bir ada olan Gozo'ya gitmeye karar veriyoruz. Bunun için arabayla Malta'nın hemen hemen diğer ucunda olan Cirkewwa'ya gitmek durumunda kalıyoruz. Bu yolculuğumuzda Malta'nın bir ucundan bir ucunun yaklaşık 30km olduğunu anlıyoruz. Yolumuzun üzerindeki Mdina ve Rabat'taki tarihi yerlere uğruyoruz. Uğradığımız yerlerden anladığımız önemli şeylerden birisi buranın uzun süre İngiliz etkisi altında olduğu. Çünkü hemen hemen her yerde İngilizlere ait semboller ve kraliçelerini temsil eden yazılar buluyoruz.

Cirkewwa yolu üzerinde St.Paul's Bay den geçerek Cirkewwa'nın hemen dibindeki Red Tower'a çıkıyoruz. Burada Malta'nın tepe manzaralarının çok güzel olduğunu fark ediyoruz. Yerde her yana yayılmış anasonlar, çiçekler ve kaktüs ağaçları içinde manzaramızı seyredip Cirkewwa ya varıyoruz. Feribot'a bindiğimizde herhangi bir ücret alınmaması bizi sevindiriyor o gün fakat, dönüşte kişi başı yaklaşık 6€ gibi bir gidiş dönüş bileti kesmeleri hoşumuza gitmiyor...

Gozo'da geçirdiğimiz yarım gün boyunca epey eğleniyoruz. Ucuza yemek yiyebilmekle mutlu olurken Kathedral, kilise gibi görmeye alışık olduğumuz yapılar yerine doğal güzellikleri tercih eden bizler, Victoria Citadel deki yeşillik, kaktüs, çiçek ve ada manzarası ile bol bol fotoğraf çekinip, Azure Window'a giderek oradaki harika falez manzaraları karşısında eriyoruz. Dönüşünde arabayı yol kenarına bırakıp tırmandığımız Monument of Christ bize yağmurla karşılık veriyor ama orada da yine bol bol ada manzarası seyredip geri dönüyoruz.

Hava karardığında Mgarr Harbour'un yani dönüş feribotumuzun olduğu yerin yakınlarında yediğimiz Malta'nın meşhur şarap soslu tavşan yahnisi ile karnımızı tıka basa doyuruyoruz. Tokluğun verdiği mutlulukla Malta'ya dönüyor ve günümüzü tamamlıyoruz.

Gidiş günümüzde Vittoriosa'daki kalelerden birine girmeye karar veriyoruz. Fakat kale gezmek, top görmek ve top atmak gibi bir kale giriş pakedine 10€ vermek istemediğimiz için geri dönüyoruz. Blue Grotto'ya uğrayıp arkeolojik müze haline getirilmiş birkaç kazı alanı görüyoruz. Fakat ilgimizi çekmediği için para harcamak istemiyor ve havaalanına doğru ilerliyoruz. Fark ediyoruz ki geçiminin büyük bir kısmını muhtemelen turizmden sağlayan Malta, en küçük gezilecek yerini bile şaşalı gösterme eğiliminde. En geniş ana caddelerin bile yalnızca bir arabanın geçebildiği dünyanın en dandirik yoluna bağlanabildiği bu küçük alana çok şey sığdırmaya çalışan ülkeye saygı duyuyoruz.

Malta'da aslında yazları turist patlamasının yaşandığını ve aslında gece klüpleri ile de ünlü olduğunu öğreniyoruz. Kış vakti üstelik yorgunluğumuzla Paceville bölgesindeki gece klüplerine gitmemiş olan bizler, bunları bir başka yaz zamanı Malta'ya yolumuz düşme ihtimaline bırakarak gezimizi bitiriyoruz.

6. Şehir: Katanya (Süre: 1 gün)

Malta'dan Katanya'ya uçuyoruz. Havaalanından iner inmez şehir merkezine giden otobüse bilet veren makinanın çalışmadığını ve etrafta hiçbir görevlinin olmadığını öğrendiğimizde bize bunları söyleyen İtalyan gencin "Welcome to Sicily" demesiyle İtalya'nın farklı bir yerine geldiğimizi anlıyoruz. O kızın belki de Sicilya'da İngilizce bilen tek kişi olduğundan habersiz bir şekilde şehir merkezine iniyoruz.

İniyoruz ki ne görelim? Mahşer gibi bir kalabalık! Katanya bize festivalle hoşgeldiniz diyor. İlginç dini cübbeler içindeki gençleri, ellerinde kocaman mumlar bulunan insanları yararak Duomo Meydanı'nı buluyoruz. Meydanın hemen yakınındaki hostelimizi çabucak bularak eşyalarımızı bırakıyoruz. Öğreniyoruz ki o gün, Katanya'da üç gün süren dini bir bayramın son günüymüş. Çantalarımızı bırakarak festivale karışıyoruz.

Binlerce insan, onlarca festival tezgahtarı onların sattıkları tatlılar ve kocaman limonlar ilgimizi çekiyor. Ama aç olduğumuzu hatırlayıp hemen cızbızcı tezgahtarı buluyoruz önce. Köşebaşı cızbızcısından ne olduğunu anlamadığımız et parçaları sipariş ediyoruz ekmeğimize. Adamlar çok sıcak karşılıyorlar bizi. Bize harika zeytin, ucuz şarap ve kurutulmuş domates ikram ediyorlar. Ekmeğimizin arasına konulan anason kökü tuhafımıza gitse de seviyoruz. O ikramların sonradan ücrete tabi olduğunu anlıyoruz, fakat sorun çıkarmıyoruz. Tezgah sahibinin her an mafya çıkabileceği için, topuğumuza kurşun yemek istemediğimizden tekrar kalabalığa karışıyoruz usulca.

İlk işimiz o ilginç limondan tatmak oluyor. Kavun büyüklüğünde, ekşi kısmı küçük, beyaz kısmı büyük ama tatlı olan bu limonu tuzlayarak yiyoruz. Tadına bayılarak limonun yanındaki büyük taneli şeyden de denemek istiyoruz. Fakat kocaman mısır tanelerinin tadı limon kadar hoşumuza gitmiyor. Atmak durumunda kalıyoruz. Elimizde şerbetçinin döktüğü bademli tatlılar, ilahiler okuyan kilise korosunun yanından geçiyoruz. Festival sokaklarını epey gezen bizler, Hostel görevlisinin ETNA turu teklifini hatırlayarak 35€ vererek değil de farklı bir yolla Etna'ya gitmeye karar veriyoruz.

ETNA'ya normal otobüsün günde bir kez çıkıp döndüğünü öğrenen bizler, ertesi sabah otobüs saatinde otobüs istasyonuna gidiyoruz. Otobüsün geç gelmesinin verdiği şansla otobüse yetişip ETNA'ya çıkıyoruz. Daha çıkarken dumanın tüttüğünü gördüğümüz aktif yanardağ bizi heyecanlandırıyor. Çıktıktan sonra Etna'nın aynı zamanda bir kayak merkezi olduğunu anlıyoruz. Hediyelik eşyacılarda satılan leğen tadındaki kaydırgaçlarla bir müddet eğlenip Etna'nın tepesine çıkmanın yollarına bakıyoruz. Zirve'nin 3000küsür olduğu ve kayakçıların çıktığı maksimum yükseklik olan 2500 e çıkmanın da epey pahalı olduğu bu yerde dumanı çıkan kraterlerin dibine gidemiyoruz belki ama, hoş vakit geçiriyoruz. Dönüşümüzde Sembernarların boynunda taşıdığı %70 lik likörden alarak gidiş dönüş 4€'ya Etna'yı görebilmenin verdiği mutlulukla Katanya'ya geri dönüyoruz.

Sicilya'da fark ettiğimiz en önemli noktalardan birisi insanların kuzey İtalya'dakinden daha rahat, daha salaş olmasıydı. Bazı hostel görevlileri, otobüsün nerede olduğunu sorduğumuzda bize saati gösteren bilet görevlileri dahil hiç kimsenin İngilizce bilmediği bu yerde iletişim kurabilme ve derdimizi anlatabilme konusunda çok sıkıntı yaşadık. Hem sima olarak hem tavır olarak buranın insanını biraz daha Türk insanına benzettik. Katanya'da yediğimiz akşam yemeğinden sonra otobüsle Palermo'ya, oradan uçakla Roma'ya geçtik. Roma'da geçirdiğimiz 1 gün sonrasında İstanbul'a dönerek gezimizi tamamladık.

1 yorum: