19 Ocak 2015 Pazartesi

Çoban Çeşmesi

(ODTÜ Makina Mühendisliği lisans ısı transferi dersi 3.deneyine ithafen yazılmıştır.)
Bir boydan bir boya fully developed akar
Biri finli biri finsiz çoban çeşmesi
Ey ısının kitabını yazan üstadlar
Nasıl verir sonuçlar çoban çeşmesi?

Kazan suları ısıtınca
Pompa yukarı basınca
Hele bir de vanayı açınca
Ilık ılık akar çoban çeşmesi

Hemen ısınmam der çalıştır önden
Nice asistanı kaldırdı erkenden
Steady state uniform assumption derken
Ömrümüzü yedi çoban çeşmesi

Erkan plastikten gelmiştir tası
Zordur debileri ayarlaması
Yardıma koşar iğne uçlu vanası
Şıpır şıpır damlar çoban çeşmesi

Yetmedi mi ısı dersinin derdi?
Nice makinacılar yerlere serdi.
Ödev ile ısıttı sınavla gerdi,
Yaktı kaç ocağı çoban çeşmesi.

Lab sheet i yanınızda getirin
Dikkatli dinleyin, hızlıca bitirin
Raporları haftaya 5 e kadar getirin
Üzmesin sizi çoban çeşmesi

5 Nisan 2012 Perşembe

Küçük Evren

Düşünür dururuz.

Günün ilk sesleri ile,
En sıkıcı sessizlik ile,
Yürürken hele...

Hep çabalarız fikirlerimizde,
Dengesizliklerle.
Hep dengeye getirmeye çalışırız.
Amacımız dengeye ulaşmakmış gibi.

Durgun değil Evren, hareketli bir dengede.
Yaşayabilmemizin nedeni hareket.
Mutluluğumuzun sebebi denge.
Kimine göre düz,
Kimine göre uçların dengesi.
Bir uç öbür uçtan kaçırır insanı.

Denge çabasındaki hareketlilik ile geçer zaman.
Çaba çok verimli değildir her zaman,
Kayıplar çoktur: 2.kural...
O kayıp sandıkların seni çevreleyen dengede bir şeylere değer ama, bilmezsin.
Evren genişler sürekli, dağınıklılık artar...
İnsan da zamanla karmaşıklaşır, denge çabasıyla genişler...
Biriktirir yaşadıkça.
Bazen zamanı hisler yarar ortadan.
Çentikler atar oraya.
Zamanla toz içinde görünmez olur çentikler.
Bazen bir müzik çalar, bir koku gelir.
Bir rüzgar eser, tozları kaldırır.
Rüzgar da dengede yerini bulur, toz da.
Sonra yine toz, yine rüzgar.

Karmaşıktır,
Ne Newton yardım eder sana ne Bernoulli.
Çözemesin;
Düşünürken mutluluğunu çıkarırsın...

25 Şubat 2012 Cumartesi

Aylak Adam

Evde yalnızdı.
Akşam yemeğini yedikten sonra dışarı çıkmak istedi. Hava alışılmışın dışında güzeldi. Ne de olsa kombine bileti vardı, yakın yerlere gidebilirdi trenle. Kaçarcasına attı kendini dışarı. Sıradan bir günün monotonluğunda her gün trenden geçerken gördüğü o vadiyi anlamlandırmak istedi. Bu sefer alışık olduğu o müziği takmadı kulağına. Aynı kılardı o müzik. O ise, o vadiyi bağlayan incecik bisiklet köprüsünü bulmak istiyordu.

Tahminen yakın bir istasyonda trenden inip yürümeye başladı. Yön bulma yetisi iyiydi. Hatta bazen buna fazla güvenirdi. Yine daha önce hiç geçmediği sokakları sanki daha önce defalarca geçmişçesine güçlü bir kararlılıkta yürümeye başladı. Ruhu çocuk gibiydi; dünyayı yeniden tanımaya çalışan bir çocuk... Yeni bir yer görünce hep böyle olurdu. Bazen istemsizce ağzı açılır ve çevresine bakınırdı. Öyle ki, yoldan geçen herhangi biri onun yabancı olduğunu anlardı.

Bitkilere özel bir merakı vardı. Hele ki yeşil bir tabiattan geçmeye dursun, gözlerini ağaçlardan ayıramazdı. Cinslerini tahmin etmeye çalışır, varsa meyvelerine ve tohumlarına bakardı. Sırf bu sebepten dolayı yoğurt kovalarında çimlendirip yer bulamadığı bir sürü ağacı ve çiçeği vardı.

Bugün de şanslıydı. Gözünün alışık olduğundan çok meyve ağaçları ve güller içinde ruhu adeta bir karış havadaydı. Frenk gülü olduğunu tahmin ettiği her gülü koklamaktan başı dönmüştü. Olgunlaştığını sandığı farklı cins meyveleri tatmaktan midesine buruk bir ağrı girmişti. Bir yanında dört raylı tren yolu, bir yanında yeşillikler içine gömülü müstakil evler arasında adımları gayet emindi.

Yanında dikilen o yüksek çan saatinin çınlamasıyla, vadiyi fark etmesi bir oldu. Elinde yine tam olmamış ekşimsi bir elma, kuşlara selam vere vere patikadan o yemyeşil bisiklet köprüsüne indi.

O kadar sakin ve el değmemiş bir yerdi ki; yalnız başına keşfetmiş olmaktan garip bir gurur duydu. Huzurlu bir şekilde vadiyi öpüştüren incecik bisiklet köprüsüne adımını attı. Adımları sağlamdı ama, her atışında güvenli bir biçimde titriyordu köprü. Ortaya kadar yürüdükten sonra durdu: Belki yüz yüz elli metre yüksekliğindeki geniş vadide bakabileceği en uzak noktaya dikti gözlerini. Vadi boyunca uzanan küçük evler, yemyeşil bitki örtüsü ve tam altından geçen tren yolunun pek önemi yoktu sanki. Sadece gözünün algılayabildiği en uzak çizgi.

İçinden kopan o ılık kürdi türküyü söyledi çizgiye tok sesiyle.

Türküsünü bitirince zayıflayan Güneş'in aydınlattığı yerlere dalıp derin bir nefes aldı.

Uzaktaydı, yalnızdı.

Uzakta kalan sevdiklerini düşündü: annesini, babasını, kardeşini, sevdiği ve pek de haz etmediği arkadaşlıklarını. Hayatına damga vuran hisleri aklından geçti: çocukluktan bu yana o çocuk hislerini. Düşünmekle kaldı.

Bir an geleceği hissetti içinde. Arada böyle olurdu. Bir an kendisini sanki 15-20 yıl sonrasında hayal eder, geleceği yaşıyormuş gibi garip bir hise bürünürdü. Belki de bu histen dolayı köprüden geri dönmedi ve ilerlemeye devam etti.

Bisiklet yolundan silinip giden bisikletlileri bir süre izledikten sonra merdivenleri çıkarken duraksadı. Yine dünyanın en sıradan ve keşfedilmemiş yerinde unutulmuş koca bir çalı böğürtlene hayatın anlamını yükledi. Buna rağmen ancak olmuşlarından toplayıp yiyerek yoluna devam etti. Biraz ilerleyince bir sonraki tren istasyonunu buldu.

İstasyonun on yirmi metre yukarısında yalnız bir bankla paylaştı yalnızlığını. Yine yüksekteydi ve manzarası genişti. Böyle manzaralarda yaşadığı gezegeni daha iyi hissederdi. Bu sefer uzaklarda yüksek binalar ve yollar gözüküyordu. Bir an onlardan yalıtılmış hissetti kendini. Medeniyeti ayakları altına alıp kilometre ötedeki trafik ışıklarına daldı. Yine bir zaman kayması hissetti içinde. Yine o kazınmış anlar yanı başına oturdu. Rüzgar somutlaştırdı onları ılık ılık.

Güneş'in battığını fark edince o rüzgar ürpertici bir serinlik verdi belinden içine. Beyni gitmek istedi, ruhu kalmak. Tren iki veya üç dakika içinde gelirdi. Şimdi kalksa hemen aşağıya gelecek trene yetişirdi.

Treni kaçırmak istedi. Tekrar yaşamak için.

Zaman akar, tren kaçardı. Bir zaman sonra başka tren gelirdi. Fakat ne zaman aynı zaman ne tren aynı tren ne de yolcular aynı yolcu olacaktı.

İstasyona yanaşan tren yerinden ayrılırken elli yaşlarında göbekli bir adam gözüne ilişti. Pantolonunu sabitleyen askısından bile huzur akıyordu. Elinde muhtemelen etraftan topladığı birkaç çiçekle kaygısızdı. Karısına götürüyor herhalde diye düşündü. Kim bilir, belki karısı da az önce köpeğini gezmeye çıkaranlardan biriydi. Onlarla huzur buldu.

Kızlı erkekli süslenip partiye giden bir ergen grupla heyecanlandı.

Yerinden kalkıp istasyona ilerledi. Yine en ıssız merdivenlerden inerken tepesinde yanan lambaya ağlarını örmüş kocaman bir örümcekle selamlaştı. İstasyona girdiğinde aklında hala o örümceğin ıssızlığı ve sıradanlığı vardı.

Tren geldiğinde saat dokuzu beş geçiyordu ve karanlığa beş vardı. Cam kenarında Dünya yavaştan akmaya başlarken o gezegenin başka bir yerinde olduğunu bir kez daha anladı. Ne garip bir havaydı bu böyle? Güneş batalı çok olmuştu ama hava kararmamıştı.

Trenin sesi sıradanlaşmaya başladı....

17 Şubat 2012 Cuma

Buraya yazmak ironisi

Yazmak ve yazmamak arasında kalmak gitgide. Yazacak şey bulamamaktan değil. Yeter ki o içimizdeki "ben"lik baskın çıksın. Yeter ki üzerini örtmeyi çok sevdiğimiz "ben"lik egomuz ve "ürettiğimi insanlar okusun" egomuz baskın çıksın. Yazacak şey bulunur.

Yazamadığının farkında olmaktan mı biraz, yoksa yazdıklarına bir amaç yükleyememekten mi. Güçler ve ego savaşımı mıdır yoksa tedirgin eden?

Yazarlar ne kadar bonkörmüş aslında. Hele şairler...

O içine ait ve kimsenin aynısını hissedemeyeceği mısraları saçmak etrafa... Nasıl bir cesarettir ve fedakarlıktır sadece sende saklı bir anlamın kokusunu yaymak fütursuzca. Güçler savaşı mıdır bu kadar fedakarlığı yaptıran; yoksa insanların kalbinde ortak bir oda açabilmek midir amaç? Bu saflık mıdır gerçeği kapatan, gerçek sanılan mıdır saflığı yok eden.

Ah şairler...
Bir yazdığı şiiri bir ömür savunurlar mı gururlanarak?
Öylesine yazdığı değil de,
Uğruna şiir olup aktıklarını da savunurlar mı bir ömür boyu, paylaşırlar mı yine fütursuzca?

Artık facebook var, twitter var, bloglar var; yani herkes şair.
Bazen baktıkça asıl kendinden utanır oluyor insan.
Gel gelelim dili varmıyor, eli varmıyor; mecbur.
Buraya bunları yazıyor olmak ironisi...

19 Şubat 2011 Cumartesi

İtalya-Malta Gezi Notları 3

Ülke: Malta (Süre: 2,5 gün)

Roma'dan bindiğimiz uçağımız Malta'ya iniyor ve bizim de 2 günlük Malta gezimiz başlıyor. Öncelikle yumuşak ama bir o kadar rüzgarlı olan hava farklı bir iklime geldiğimizi hissettiriyor bize.

Havaalanından Valletta'ya Malta'nın sembolü sayılabilecek eski tip sarı otobüslerle gidiyoruz. İtalya'da ulaşıma verdiğimiz paralardan sonra buradaki 0.47€ epey ucuz geliyor bize. Otobüsün direksiyonunun sağda olduğunu görür görmez trafiğin soldan işlediğini anlıyoruz. Bir yandan yol kenarlarındaki kaktüs ağaçlarına bakıp delik deşik yollardan sarsıla sarsıla ilerlerken bir gürültü ve darbeyle irkildik. Malta bizi küçük bir kaza ile Merhba dedi.

Yok yanlış yazmadım. Malta'nın kendisine ait bir dili var ve Arapça'dan epey etkilenmişe benziyor. Öyle ki bu dilde "Hoşgeldiniz" "Merhba" anlamına geliyor. Etraftaki Türk Kebapçılar da direk ilgimizi çekiyor bir an için yabancılık çekmiyoruz Malta'da. Öyle ki İtalya'nın eski Roma döneminden kalma evlerinden sonra Malta'daki tek tip krem rengi piriket evler bize İtalya'dan daha güneye indiğimizi hatırlatıyor.

Valletta'da otobüs duraklarının bulunduğu meydana varıyoruz ve hemen bir turist bilgilendirme noktası arıyoruz. Valletta'da sadece yayalara ayrılan kale içine giriyor hem gezimize başlamış hem de turist bilgilendirme noktasından haritamızı almış oluyoruz. Barınacağımız Hotel'i aramaya girişiyoruz ama, hem haritanın hem de tabelaların yetersizliğinden dolayı biraz yolumuzu kaybediyoruz. Fakat Malta'daki insanların hemen hemen hepsinin akıcı İngilizce konuşabilmelerinin getirdiği avantajla yolumuzu tekrar buluyoruz. Böylece aslında köy gibi gördüğümüz ülkenin o kadar da küçük olmadığını anlıyoruz.

Bir süre sonra diğer gezi arkadaşlarımızla iletişime geçtik ve arabayla bizi almalarını sağladık. Sonraları anladık ki Malta'nın her yerini 2 günde gezebilmenin belki de tek yolu araba kiralamak. Tabi bize ters gelen trafik, yolların kötülüğü, darlığı ve tabelaların yoksunluğundan dolayı çok sıkıntı çektik. Gündüz vakti farlarımızın açık olduğu için bizi uyaran fakat bize her daim yol verme eğilimindeki onlarca sürücü ile karşılaştık. Defalarca kez kaybolduk ama, araba kiralamadığımıza pişman olmadık. Araba kiraları ve konaklamanın İtalya'dan daha ucuz olduğu bir ülkedeydik çünkü.

İlk gün yolumuzu bulmak ve Valletta'yı gezmekle harcayıp İtalya'da kaldığımız yerlerden çok daha lüks ve ucuz olan otelimizde dinlenmeye çekiliyoruz.

İkinci gün Malta'nın yanında küçük bir ada olan Gozo'ya gitmeye karar veriyoruz. Bunun için arabayla Malta'nın hemen hemen diğer ucunda olan Cirkewwa'ya gitmek durumunda kalıyoruz. Bu yolculuğumuzda Malta'nın bir ucundan bir ucunun yaklaşık 30km olduğunu anlıyoruz. Yolumuzun üzerindeki Mdina ve Rabat'taki tarihi yerlere uğruyoruz. Uğradığımız yerlerden anladığımız önemli şeylerden birisi buranın uzun süre İngiliz etkisi altında olduğu. Çünkü hemen hemen her yerde İngilizlere ait semboller ve kraliçelerini temsil eden yazılar buluyoruz.

Cirkewwa yolu üzerinde St.Paul's Bay den geçerek Cirkewwa'nın hemen dibindeki Red Tower'a çıkıyoruz. Burada Malta'nın tepe manzaralarının çok güzel olduğunu fark ediyoruz. Yerde her yana yayılmış anasonlar, çiçekler ve kaktüs ağaçları içinde manzaramızı seyredip Cirkewwa ya varıyoruz. Feribot'a bindiğimizde herhangi bir ücret alınmaması bizi sevindiriyor o gün fakat, dönüşte kişi başı yaklaşık 6€ gibi bir gidiş dönüş bileti kesmeleri hoşumuza gitmiyor...

Gozo'da geçirdiğimiz yarım gün boyunca epey eğleniyoruz. Ucuza yemek yiyebilmekle mutlu olurken Kathedral, kilise gibi görmeye alışık olduğumuz yapılar yerine doğal güzellikleri tercih eden bizler, Victoria Citadel deki yeşillik, kaktüs, çiçek ve ada manzarası ile bol bol fotoğraf çekinip, Azure Window'a giderek oradaki harika falez manzaraları karşısında eriyoruz. Dönüşünde arabayı yol kenarına bırakıp tırmandığımız Monument of Christ bize yağmurla karşılık veriyor ama orada da yine bol bol ada manzarası seyredip geri dönüyoruz.

Hava karardığında Mgarr Harbour'un yani dönüş feribotumuzun olduğu yerin yakınlarında yediğimiz Malta'nın meşhur şarap soslu tavşan yahnisi ile karnımızı tıka basa doyuruyoruz. Tokluğun verdiği mutlulukla Malta'ya dönüyor ve günümüzü tamamlıyoruz.

Gidiş günümüzde Vittoriosa'daki kalelerden birine girmeye karar veriyoruz. Fakat kale gezmek, top görmek ve top atmak gibi bir kale giriş pakedine 10€ vermek istemediğimiz için geri dönüyoruz. Blue Grotto'ya uğrayıp arkeolojik müze haline getirilmiş birkaç kazı alanı görüyoruz. Fakat ilgimizi çekmediği için para harcamak istemiyor ve havaalanına doğru ilerliyoruz. Fark ediyoruz ki geçiminin büyük bir kısmını muhtemelen turizmden sağlayan Malta, en küçük gezilecek yerini bile şaşalı gösterme eğiliminde. En geniş ana caddelerin bile yalnızca bir arabanın geçebildiği dünyanın en dandirik yoluna bağlanabildiği bu küçük alana çok şey sığdırmaya çalışan ülkeye saygı duyuyoruz.

Malta'da aslında yazları turist patlamasının yaşandığını ve aslında gece klüpleri ile de ünlü olduğunu öğreniyoruz. Kış vakti üstelik yorgunluğumuzla Paceville bölgesindeki gece klüplerine gitmemiş olan bizler, bunları bir başka yaz zamanı Malta'ya yolumuz düşme ihtimaline bırakarak gezimizi bitiriyoruz.

6. Şehir: Katanya (Süre: 1 gün)

Malta'dan Katanya'ya uçuyoruz. Havaalanından iner inmez şehir merkezine giden otobüse bilet veren makinanın çalışmadığını ve etrafta hiçbir görevlinin olmadığını öğrendiğimizde bize bunları söyleyen İtalyan gencin "Welcome to Sicily" demesiyle İtalya'nın farklı bir yerine geldiğimizi anlıyoruz. O kızın belki de Sicilya'da İngilizce bilen tek kişi olduğundan habersiz bir şekilde şehir merkezine iniyoruz.

İniyoruz ki ne görelim? Mahşer gibi bir kalabalık! Katanya bize festivalle hoşgeldiniz diyor. İlginç dini cübbeler içindeki gençleri, ellerinde kocaman mumlar bulunan insanları yararak Duomo Meydanı'nı buluyoruz. Meydanın hemen yakınındaki hostelimizi çabucak bularak eşyalarımızı bırakıyoruz. Öğreniyoruz ki o gün, Katanya'da üç gün süren dini bir bayramın son günüymüş. Çantalarımızı bırakarak festivale karışıyoruz.

Binlerce insan, onlarca festival tezgahtarı onların sattıkları tatlılar ve kocaman limonlar ilgimizi çekiyor. Ama aç olduğumuzu hatırlayıp hemen cızbızcı tezgahtarı buluyoruz önce. Köşebaşı cızbızcısından ne olduğunu anlamadığımız et parçaları sipariş ediyoruz ekmeğimize. Adamlar çok sıcak karşılıyorlar bizi. Bize harika zeytin, ucuz şarap ve kurutulmuş domates ikram ediyorlar. Ekmeğimizin arasına konulan anason kökü tuhafımıza gitse de seviyoruz. O ikramların sonradan ücrete tabi olduğunu anlıyoruz, fakat sorun çıkarmıyoruz. Tezgah sahibinin her an mafya çıkabileceği için, topuğumuza kurşun yemek istemediğimizden tekrar kalabalığa karışıyoruz usulca.

İlk işimiz o ilginç limondan tatmak oluyor. Kavun büyüklüğünde, ekşi kısmı küçük, beyaz kısmı büyük ama tatlı olan bu limonu tuzlayarak yiyoruz. Tadına bayılarak limonun yanındaki büyük taneli şeyden de denemek istiyoruz. Fakat kocaman mısır tanelerinin tadı limon kadar hoşumuza gitmiyor. Atmak durumunda kalıyoruz. Elimizde şerbetçinin döktüğü bademli tatlılar, ilahiler okuyan kilise korosunun yanından geçiyoruz. Festival sokaklarını epey gezen bizler, Hostel görevlisinin ETNA turu teklifini hatırlayarak 35€ vererek değil de farklı bir yolla Etna'ya gitmeye karar veriyoruz.

ETNA'ya normal otobüsün günde bir kez çıkıp döndüğünü öğrenen bizler, ertesi sabah otobüs saatinde otobüs istasyonuna gidiyoruz. Otobüsün geç gelmesinin verdiği şansla otobüse yetişip ETNA'ya çıkıyoruz. Daha çıkarken dumanın tüttüğünü gördüğümüz aktif yanardağ bizi heyecanlandırıyor. Çıktıktan sonra Etna'nın aynı zamanda bir kayak merkezi olduğunu anlıyoruz. Hediyelik eşyacılarda satılan leğen tadındaki kaydırgaçlarla bir müddet eğlenip Etna'nın tepesine çıkmanın yollarına bakıyoruz. Zirve'nin 3000küsür olduğu ve kayakçıların çıktığı maksimum yükseklik olan 2500 e çıkmanın da epey pahalı olduğu bu yerde dumanı çıkan kraterlerin dibine gidemiyoruz belki ama, hoş vakit geçiriyoruz. Dönüşümüzde Sembernarların boynunda taşıdığı %70 lik likörden alarak gidiş dönüş 4€'ya Etna'yı görebilmenin verdiği mutlulukla Katanya'ya geri dönüyoruz.

Sicilya'da fark ettiğimiz en önemli noktalardan birisi insanların kuzey İtalya'dakinden daha rahat, daha salaş olmasıydı. Bazı hostel görevlileri, otobüsün nerede olduğunu sorduğumuzda bize saati gösteren bilet görevlileri dahil hiç kimsenin İngilizce bilmediği bu yerde iletişim kurabilme ve derdimizi anlatabilme konusunda çok sıkıntı yaşadık. Hem sima olarak hem tavır olarak buranın insanını biraz daha Türk insanına benzettik. Katanya'da yediğimiz akşam yemeğinden sonra otobüsle Palermo'ya, oradan uçakla Roma'ya geçtik. Roma'da geçirdiğimiz 1 gün sonrasında İstanbul'a dönerek gezimizi tamamladık.

15 Şubat 2011 Salı

İtalya-Malta Gezi Notları 2

2. Şehir: Venedik (Süre: 1 gün)

Sabahın köründe uçuyoruz Roma'dan Venedik'e. Havaalanından Şehir Merkezi'ne otobüsle gidiyoruz. Mestre Tren İstasyonu'na yakın olan otelimize eşyalarımızı bıraktıktan sonra hemen merak ettiğimiz önemli yerlerin peşine düşüyoruz. Öğreniyoruz ki Venedik'in sular altındaki o turistik yerleri şehirin hemen yanındaki küçük bir adacık içindeymiş. Bu adacığı şehre bağlayan ince bir yol ve raylardan başka bir şey yokmuş. Hemen Mestre Tren İstasyonu'ndan biletlerimizi alıp o küçük adacığa doğru yollanıyoruz. Aldığımız biletleri sarı makinelere okutmamız gerektiği hatırlatılıyor bize de, olası bir kontrolde ödeyeceğimiz 50€ dan kurtuluyoruz.

Venezia Santa Lucia İstasyonunda indiğimizde o filmlerde gördüğümüz otantik yerlerin buralar olduğunu anlıyoruz. Gittiğimiz turist bilgilendirme bölgesinden harita alamıyoruz belki ama hiç değilse görebileceğimiz yerlere nasıl gidebileceğimiz hakkında bilgi ediniyoruz. (Harita 2.5€ gibi bir ücrete tabi) Büyük kanalı birbirine bağlayan köprüler, köprülerin altından geçen botlar ve kanal boyunca uzanan tarihi evler hemen ilgimizi çekiyor. Kanalın paralelindeki çarşıdan yürümeye başlıyoruz. Geniş başlayan yol git gide daralıyor, küçüklü büyüklü köprülere, oradan da ancak iki insanın yan yana geçebileceği son derece dar birçok sokağa dallanıveriyor. Sanki sadece bir insanın geçmesi için bırakılmış o ev aralarına sokak diyemiyoruz belki ama, onları sokak gibi kullanıyoruz.


Uzunca bir yürüyüşten sonra o geniş San Marco Meydanı'na varıyoruz. Bizi büyük görkemi ile San Marco Bazilikası ve Doge Sarayı karşılıyor. Bu ikisinin bulunduğu büyük meydanın ortasındaki Çan kulesi'ne çıkamıyoruz fahiş fiyat nedeniyle ama, daha çok parayla bir daha geliriz belki diye bir sonraki gelişimize bırakıyoruz. Bir süre meydandaki güvercinleri izleyip gelene geçene baktıktan sonra o dar sokaklara geri dönüp bir müddet kayboluyoruz. Önceden Venedik'te kaybolmanın olağan bir şey olduğunu öğrendiğimizden telaşa vermeden keyfini çıkarıyoruz evlerin. Sulara çıkan daracık sokaklar karşısında durup geriye döndüğümüz çok oluyor bu kaybolma faslında tabiki. Ama kapısı sulara açılan evlerde keşfettiğimiz her şey bize Venedik'i anlatıyor her defasında. Yine o daracık sokaklardan birine çıkan bir restorantta domates soslu spagettimizi ve ev yapımı şarabımızı içiyoruz. Öğrencinin meşhur makarna-şarap menüsünü bir kez de Venedik'te yemiş olduk anlayacağınız.

Geldiğimiz yere geri dönüp kanalda vapur gezintisi yapmaya karar veriyoruz. Özel gondolların 60€ gibi bir fiyata tutulduğunu öğrendikten sonra vapura verdiğimiz 6.5€ ya çok acımıyoruz. Kanal boyunca uzanan zengin saraylarına baka baka büyük kanalda da gezintimizi tamamlıyor ve birkaç hatıra satın alarak Mestre'ye geri dönüyoruz. Bütün gün avare gibi gezmenin verdiği yorgunluğu atmak için otelimize çekilip dinleniyoruz.

1 günün Venedik'in sular altındaki meşhur yerlerini gezmek için yeterli olduğuna kanaat getirdik. Tabiki böylesine romantik şehirler görülüp kaçmak için değil, kalıp şehri içine sindirmek için ama, gezimizin konsepti bağlamında gezdiğimiz miktardan memnun bir şekilde Floransa'ya gitmenin yollarını aramaya başladık. Floransa'ya otobüs olmadığını öğrenen bizler ucuza (önceden internetten bulamadığımız 24€luk bir bilet) 2.sınıf tren biletlerimizi alıp 3 saatlik bir tren yolculuğundan sonra akşama doğru Floransa'ya vardık.

3. Şehir: Floransa (Süre: 1 gün)

Akşama doğru vardığımız Floransa bizi ayazıyla karşılıyor. Venedik'ten alışık olduğumuz soğuk hava burada rüzgarla bizi daha çok üşütür hale geliyor. Sıkı giyinip hemen bir harita edinerek hava kararmasını dinlemeden meydanları gezmeye başlıyoruz.

Santa Maria Novella Tren İstasyonu'nda inmekle aslında gezilecek yerlerin kucağına düştüğümüzü fark ediyoruz. Bol bol kilise ve galeri içeren bu şehir her haliyle kendisini bir sanat şehri olarak ifade ediyor. Ayağımıza yakın yerler arasında o ana kadar gördüğümüz en görkemli meydanlardan biri olan Duomo Meydanı'nı görüyoruz. Öyle ki, meydandaki yapının etrafında tavaf edesimiz geliyor. Havanın kararmasıyla çok da fazla gezemediğimizden ayağımıza yakın birkaç yeri görüp hostelimize gitmeye karar veriyoruz.

Hostelde tanıştığımız arkadaşlar arasındaki bir Türk Turist Rehberi arkadaş sayesinde ertesi günümüzde Floransa'yı rehber eşliğinde gezme fırsatı ediniyoruz.

Ertesi gün rehberimiz sayesinde daha seri bir şekilde Duomo Meydanı üzerinden Dünya'nın en büyük galerilerinden biri olan Ufizi Galerisi'ne gidiyoruz. Michalengelo, Leonardo gibi üstadların elinden çıkma heykeller ve tablolarla geçirdiğimiz 2 saat başımızı döndürüyor. Çoğunlukla Katolik hristiyanlıktan semboller içeren tablolar rehberimizin bilgilendirmeleri ile çok daha anlamlı hale geliyor bizim için. Heykellerde işlenen ayrıntıları keşfettikçe hayrete düşüyoruz. Bir heykelin başarılı olmasının ölçülerinden birinin ayaklar olduğunu öğrenen bizler kendimizi bir ara heykellerin ayaklarını incelerken buluyoruz.

Galeriden çıktıktan sonra hemen yakınındaki meşhur Eski Köprü'ye varıyor ve biraz nehri seyrettikten sonra Michalengelo Tepesi'ne çıkmak üzere karşıya geçiyoruz. Duyduğumuza göre yeşilliği bol olan bu tepeden tüm şehrin manzarasını seyredebiliyormuşuz. Fakat tepeye giden otobüsün uzun süre gelememesi üzerine daha fazla zaman kaybetmemek adına yemeğimizi yiyip rehberimize teşekkür ederek veda ediyoruz. Ve öğleden sonra trenle Pisa şehrine geçiyoruz.

4. Şehir: Pisa (Süre: Bir akşamüstü)

Yaklaşık 1 saat süren bir tren yolculuğundan sonra sahil kasabası tadındaki Pisa şehrine varıyoruz. Floransa'nın ayazından sonra bize yumuşak gelen Pisa'nın havasının bu güzelliğini denize kıyısı olmasına yorarak turist bilgilendirme noktasına varıyoruz. Haritamızı alarak hemen meşhur Pisa Kulesi'ne doğru yöneliyoruz. Tren istasyonundan 10-15 dakika yürüme mesafesinde olan Pisa Kulesine varana kadar yolunu kaybeden birkaç turiste daha yardımcı oluyoruz. Yolda gördüğümüz botanik müzesi ilginç bitkileri ile bahçesini bizi gösterse de içine giremiyoruz. Fakat yanından geçtiğimiz bahçesi düzenli müstakil evler hemen hemen her yerde olan defne ve turunç ağaçları bize yetiyor, kuleye doğru devam ediyoruz.

Kulenin olduğu meydana vardığımızda oraya akşamüstü varmanın güzelliği ile karşılaşıyoruz. Akşamüstü güneşinin direk kulenin bembeyaz yüzeyine vurup onu pembeleştirdiği harika görüntüsü ile fotoğraf çektirip meydanda dolaşıyoruz. Okuduğumuz açıklamalara göre aslında Pisa kulesi ilk yapıldığında düzmüş. Üzerine kat çıkıldıkça eğilmiş. Hatta bu eğilmelerden ötürü birçok kez restorasyon ve açı ayarlama çalışması yapılmış. Hatta zemininden malzeme alınmış. Hala restorasyonda olan kuleye çıkamadık belki ama ayaküstü de olsa o ilginç kuleyi görmenin mutluluğu ile akşam yemeğimizi Pisa'da yiyerek havayı karartıyoruz. Pisa'ya ayaküstü uğramanın yeterli olduğuna kanaat getirip akşamüstü uğramanın memnuniyeti ile trenle Roma'ya geçiyoruz.

11 Şubat 2011 Cuma

İtalya-Malta Gezi Notları 1

İnsanın içinde seyyahlık kalıntısı olmaya dursun, ihtiyaç duyuyor belirli bir zamandan sonra gezmeye. Gördüğü ve keşfettiği her yeni yerde ruhu açılıyor insan, bir kez daha özgürleşiyor sanki. Her adımında farklı yaşamların, farklı kültürlerin ve coğrafyaların izlerini keşfetmek heyecanlandırıyor insanı. Bazen en sıkkın olduğu zamanında ilaç, bazen en mutlu olduğu anlarda mutluluğunu artıran bir doping oluyor geziler. Dünya'nın görmediği yeni bir yerini keşfetmekle duyduğu gururla dolaşıyor insan, keşfettiği her yer ufkunda bilinmedik bir parçayı daha kapatıyor sanki, milyonluk yapbozun sadece tek bir parçası da olsa...

Gezi hislerimi anlatan tantanalardan sonra yazının asıl amacına gelelim. Bu ve bundan sonraki yazımda 11 günlük İtalya-Malta gezimin notlarını paylaşacağım. Aslında pek sevmezdim gezdiğim yediğim içtiğim yerleri anlatmayı. Çünkü en ucuz yollarla da gidilse parayla gidiliyor dolayısıyla herkes gidemiyor. Gidilebilecek en ekonomik yollarla gitmeme rağmen 11 günlük gezimin benim yaklaşık 3 aylık harcamama mal olması bunun göstergesi. Fakat gitmeden önce giden insanların yazdıkları gezi notlarından edindiklerim gezimi daha verimli kıldığından, böyle bir yazının en azından gitmek isteyenlere bir fikir verebileceği düşüncesiyle geçtim bilgisayar karşısına. Umarım faydası olur.

Gezi öncesi

Gezi öncesi pasaport ve vize işlemlerinin en az bir hafta öncesine kadar hazır olması için 1 ay öncesinden işlemlere başlamanın önem arz ettiğini biliyoruz. Nitekim vize alınma aşamasında tüm yolculuk bilgileriniz ve konaklanılacak her günün rezervasyonları sizden istenebiliyor. Bu tip prosedürleri anlatmayacağım biraz koşturmak gerektirebiliyor tahmin ettiğiniz üzere. Bu noktada önereceğim ilk şey gezi planını düzgün bir biçimde yapmak. Hangi gün nerede kalınacağı, nerede ne kadar zaman harcanacağı, ara yolculukların nasıl yapılacağını belirlemek önem arz ediyor. Mümkünse kalınacak yerlerin adreslerinin yanında google map yardımıyla tarif yazarak komşu caddelerin ve ana caddelerin adları yazılmalı en yakın tren, metro veya otobüs durağından tarif alınması işimizi çok kolaylaştırıyor. Tüm uçak ve hostel rezervasyonlarının numaraları ne kadar ödenmesi gerektiğinin not edilmesi muhtemel karışıklıkları önleyebiliyor. Ayrıca gidilecek yerler ve gezilecek yerler hakkında dikkat edilmesi gerekenler ve turist bilgilendirme merkezlerinden edinilemeyecek bir takım öneriler not edilip gidildiğinde gezilecek yerden daha çok verim alınıyor. Çünkü bu notlar sıkıştığınız zaman problemi çok kısa sürede çözmenize sebep oluyor. Hele ki gezmek için çok geniş bir zamanınız yoksa kalacağınız yeri aramak veya havaalanını bulmak için saatler kaybetmeyi kimse istemez. Biz şehirleri gezmek için 1 veya 2 gün ayırdığımızdan, zaman kaybetmemeye ayrıca özen göstermiştik. Yanımda götürdüğüm 10 sayfalık notlar çoğu zaman rehberimiz oldu, hele ki etrafınızda İtalyanlar gibi İngilizce anlaşmanın çok zor olduğu insanlar varsa.

İkinci önerim götüreceğiniz yük konusunda. Gezginci gibi gezicem çoğu zamanım yolda geçecek diyorsanız bir sırt çantasından fazla bir şeye gerek yok. Hatta tek kıyafet, eşofman gibi rahat bir şey, çamaşır ve çorap yeterli. Hatta çantaya 100ml den fazla sıvı koyulmadığı takdirde çantayı uçak bagajlarına vermek zorunda kalınmıyor ve giriş çıkışlar daha pratik oluyor.

1. Şehir: Ro
ma (Süre: 2 gün)

Roma'ya indiğimizde saatlerimizi 1 saat geri alıp başlıyoruz gezimize. Havaalanından çıkıyoruz ve hemen "i" harfinin peşine düşüyoruz her şehirde yaptığımız gibi. Hemen kritik iki soruyu soruyoruz "Haritanız var mı?" ve "Şehir merkezine nasıl gidilir?". Bedava haritamızı alıyoruz ve iki günde gezilebilecek kritik yerleri işaretlettiriyoruz. Hemen belirteyim havaalanından şehir merkezine otobüsle gitmek en ucuzu. Termini Tren İstasyonu'nda indiriyor sizi "Bus Shuttle". Sonra istediğiniz her yere metro ile gidebiliyorsunuz. Biz acemiliğimizden biraz daha fazla para verip dolmuş tipi mersedeslerle direk şehir merkezine gittik.

Roma'nın en dikkat çeken tarafı kesinlikle meydanları. Daha şehire girer girmez adım başı meydanları ve meydanlarda en küçük ayrıntısına kadar işlenmiş heykelleri ve fıskıkeyeleri ile karşılanıyorsunuz. Çoğu meydan bir kilisenin çok yakınında. Kiliseler hem içi hem dışı kelimenin yetmeyeceği özenle yapılmış ve her köşesi heykeller ve dini sembollerle süslenmiş. Navona meydanı'ndan başladığımız Roma gezintimizde meydan boyunca sıralanmış resimlerini yapan ressamlar bize burasının öenmli sanat şehirlerinden biri olduğunu hemen belirtiyor. İsterseniz beğendiğiniz tablolarından alabiliyorsunuz. Bir diğer ilgi çekici sanatçılar ise heykel biçiminde boyanıp giyinmiş insanlar. Özellikle turistlerin ilgisini çeken bu insanlar, pandomimsi hareketler ile Asyalıların teleskopvari nikonlarına giriveriyorlar.

Meydanları süsleyen heykeller ve tarihi yapıtlar, en ince ayrıntıları ve bembeyaz taştan yapılmış yüzeyleri ile ilgi çekiyor. Tabiki insan burada heykellere ucube denilen bir mantığa kıyasla ayrıntısıyla yarı çıplak ve çıplak insan heykelleri görünce ayrıca şaşırıyor.

Roma'da en önemli caddelerden biri "Del Corsa". Bu uzun cadde gezilmesi gereken önemli yerlerin bağlandığı, Roma'nın en işlek caddesi. Navona Meydanı'ndan sonra Panteon'a gidiyoruz. Tüm tanrıların tapınağı olarak Antik Roma zamanında inşa edilen Panteon'a ücretsiz girebiliyoruz. Görkemli ve ayrıntılı bir tapınak olduğu daha dışındaki sütünlardan belirli oluyor.

Panteon'u da gezdikten sonra tarihi mimarisinden bir şey kaybetmemiş evlerinin arasından "Del Corsa" caddesini çıkıyor ve ünlü Aşk Çeşmesi'ne (Fontana di Trevi) gidiyoruz. Büyükçe heykellerin serin suları ve fotoğraf çeken onlarca insanları ile bizi karşılayan Aşk Çeşmesi karşısında büyülenmiş gibi kalıyoruz. Üç yolun kesişmesinde bulunduğundan Trevi denildiği düşünülen çeşmenin su arayan askerlere suyu gösteren bir kızın efsanesine dayandığını öğreniyoruz sonradan. Bir müddet çeşmeyi seyredip fotoğraf çekindikten sonra "Del Corsa" caddesine tekrar inip, caddenin çıktığı o büyük Venezia Meydanı'na ulaşıyoruz.

Güneşin parlattığı bembeyaz yapısı ile Venezia Meydanı ile bir kez daha büyüleniyoruz. Ortasındaki heykelde bulunan sembollerin Roma imparatorluğunun çeşitli şehirlerini sembollediğini öğreniyoruz ve Kolezyum'a doğru yürümeye devam ediyoruz. Caddenin sonunda gördüğümüz Kolezyum'a doğru heyecanla ilerlerken, yanından geçtiğimiz geniş sit alanı bizi bir kez daha Antik Roma dönemine götürüyor birden sanki Gladyatörlerin dövüşünü izlemeye gidiyormuşçasına havaya giriyoruz. Yanına vardığımızda her ne kadar 15:30 dan sonra gelmenin şanssızlığı ile yapıtın içine girememiş olsak da, filmlerde ve fotoğraflarda gördüğümüz o ünlü yeri görmek bizi fazlasıyla mutlu ediyor.

Akşam yemeği için "Del Corso" ya geri dönüyoruz. Her ne kadar "Yediğin içtiğin senin olsun, gördüklerini anlat" deseler de, yediğimiz Caprisiossa Pizzanın üzerine döktüğümüz zeytinyağı ve zeytinin tadı anımsanmaya değer. Tiramisu ve Cappucinolarının methini duyduğumuz İtalya'nın bu lezzetlerine de hayran kalarak, Türkiye'de ne kadar sahtelerini tattığımızın farkına varıyoruz. Akşam yemeği yediğimiz restoranın sokak başı restorant olmasının verdiği imkanla insanları gözlemleme şansı buluyoruz. Roma insanı İtalya'nın elit kesimi olduğunu bağırıyor resmen bize. Bir yanda cins cins ufak tefek köpekleri ile dolaşan insanlar ilgimizi çekerken, bir yandan şehirdeki Hintlilerin ve Afrikalıların tüm işporta işlerine hakimiyetinin yanında ucuz iş gücü olarak kullanılmalarının da farkına varıyor ve restorana yüklü bir miktar para bırakarak tüm yorgunluğumuzla metroya atlayıp hostelimize gidiyoruz. Alım gücü olarak Türkiye'nin hemen hemen 2 katı pahalılıkta bulduğumuz Roma biraz belimizi büküyor. Taksi'nin çok çok pahalı toplu taşımanın çok daha ucuz olduğu, tarihi yerlerin çoğunun birbirlerine yürüme mesafesinde olduğu Roma ulaşım yönünden bizi çok fazla üzmüyor.

Roma'daki ikinci günümüze hostelimizin yakınındaki Santa Maria Maggiore klisesi ile başlıyoruz. Günlerden Pazar olması nedeniyle, Roma'nın en görkemli kliselerinden biri olan Maggiore klisesinin Pazar ayinini izleme şansı buluyoruz. Genç ve yaşlı papazların tütsüler içinde, klise orgunun tüyler ürpertici sesi ve koronun ilahileri eşliğinde geçişini izliyoruz. Dualar ve anlatılanlardan anlamadığımız için gezimize metroya atlayıp İspanyol merdivenleri'ne giderek devam ediyoruz.

Yazın güzel havalarda insanların doldurduğu bu merdivenler tenhalığı ve ayrıntılı heykelleri ile gözlerimizi dolduran diğer meydanlara kıyasla bize biraz yavan geliyor. Fakat yine de merdivenlere çıkıp otantik evlerin pencerelerine bakarak, onları süsleyen bitkilere, cadde ve insan manzaraları eşliğinde dinlenip, Condotti caddesinden Tevere Nehri'ne doğru ilerliyoruz. Condotti caddesi'ndeki Gucci, Ferrari gibi İtalyan mağazalarının ateş pahası fiyatları karşısında şaşkına dönüyoruz.

Köprüden geçip güzel deniz manzarasını geride bırakan bizler, San Angelo Kalesi'ne ulaşıyoruz. Kaleye çıkış denememiz fahiş fiyat karşısında suya düşüyor fakat farklı bir atmosfer içine girmenin verdiği mutlulukla Vatikan'a doğru ilerliyoruz.

5 dakika yürüdükten sonra Vatikan San Pietro Meydanı'ndaki binlerce kişilik kalabalık bizi şaşırtıyor önce. Festival havasındaki meydanda insanlar bir yandan pankartlar ve bayraklarla bekleyişteler bir yandan da gençlerin düzenlediği etkinliği dinliyorlar. Öğreniyoruz ki bu her Pazar saat 12:00'de gerçekleşen Papa'nın selamlamasıymış. Saatlerimizin 11:54 olduğunu öğrenen biz şanslılar, herkes gibi başımızı önünde halı asılmış pencereye çevirip Papa'yı bekliyoruz. Papa'ya el salladıktan sonra vaazından ve duasından anlamayan bizler Vatikan Müzesi'ne doğru yöneliyoruz, fakat kapalı olduğundan ötürü giremiyoruz. Gitmeyi planladığımız son yer olan Popolo Meydanı'na (yani Ulus Meydanı) doğru yol alıyoruz.

Roma'nın geniş meydanlarına artık alışmış olan bizler meydandaki
ağzından su çıkan aslanlı fıskıye ile hemen bir fotoğraf çektiriyoruz. Meydandaki donuk heykel örneği Amerika'daki Özgürlük Anıtı'nı Antik Roma Tanrıları'nın heykelleri ile aynı karede görmenin verdiği anlamlı gülümseme ile meydandan ayrılıyor ve tekrar "Del Corsa" caddesine giriyor, hediyelik eşyalarımızı alıp akşam yemeğine gidiyoruz.

Akşam yemeğinde bu sefer İtalya'nın farklı bir tadı olan Lazanya'sını deniyor ve üzerine namını duyduğumuz Limon Likörü'nden tadıyoruz. Özellikle liköre hayran kalarak hostelimize çekiliyoruz. Ertesi sabah erken saatte Venedik'e uçacak olan bizler aklımızda Roma'ya tekrar gelebilme umudu ve hevesi ile büyülenmiş olarak Roma'ya veda ediyoruz.